Zihnimizin Görünmez Senaryoları
Çalıştığım yerde kullanılan dil İngilizce olduğu için sürekli duyduğum ve çok hoşuma giden bir deyim var: Better safe than sorry!
Sözlükte her ne kadar Türkçe’ye “Eşeğini sağlam kazığa bağla!” gibi çeviriliyormuş gibi dursa da bu cümle özelinde motamot ve hatta açıklamalı çeviri yapmanın daha doğru olacağı kanısındayım.
Aslında söylenmeye çalışılan şey şu:
Herhangi bir eyleme girişiyorsan, o işi yapmadan - önce / sırasında / sonrasında - güvende olmak, üzgün olmaktan iyidir.
Bu cümleyle giriş yapmamın sebebi, her ne kadar profesyonel hayatta kullanılan bir deyim olsa da insan ilişkilerinde de kullanılabileceği kanaatindeyim.
Şöyle örnekler üzerinden gidersek, konuya bir kaç beklenti üzerinden bakabiliriz:
Diyelim ki bir arkadaşımızı ziyaret edeceğiz. Çalışmadığını biliyoruz, genelde de evde olduğunu biliyoruz. Ona haber vermeden ya da haber vermesek bile durumunu kontrol etmeden yanına gittiğimizde de onun 1 haftalığına tatile gittiğini düşünelim. Bu durumda üzülürüz.
Ama önden bir şekilde onun evde ya da çevrede olduğunu, müsait olduğunu öğrensek ve gitsek, büyük ihtimalle onunla görüşebiliriz, mutlu oluruz.
Başka ve hayatta başımıza çok gelen bir örnek de şu olabilir, diyelim ki eşimizle birlikte evden çıkıyoruz, kapıyı kitlemek yerine de amaan hanım kilitler beklentisine girmiş olalım.
Hikaye bu ya hanım da kilitlememiş olsun, biz de uçakla başka ülkeye gittiğimizde bunu fark etmiş olalım.
Ne olur? Stres içerisinde bütün tatili geçirmek zorunda kalabiliriz.
Halbuki beklentiye girmesek ve fakat kapıyı kendimiz kitlesek, ya da hanıma söylesek kitle diye, kısaca kapının kitlendiğinden emin olsak ne olur? Böyle bir durumda stres yaşamayız.
Geldik işte aynı noktaya, better safe than sorry!
Bu örnekler böyle sürer gider, ben de bu örneklerin bana verdiği gaz ile “beklenti zehirlidir” gibi büyük büyük laflar etmeden önce bu konuyu irdelemeyi deneyebilirim.
O zaman derinlere inmeden önce sizi de şu soru ile başbaşa bırakayım:
Hiç karşınızdakinden bir şey bekleyip gerçekleşmediğinde içten içe kırıldığınız, üzüldüğünüz, sinirlendiğiniz oldu mu?
Bu uzunca girizgah ve kafa yorucu sorudan sonra yazının amacına gelebilirim sanırım. Bu yazıda beklentilerin görünmez senaryolar yaratarak hayal kırıklıklarına nasıl dönüştüğünü birlikte incelemeye çalışacağız.
Felsefi ve Bilimsel Arka Plan
Felsefi Perspektif
Epiktetos (Stoacılık): Kontrol edemediğimiz şeyleri beklemek mutsuzluğun kaynağıdır
Köle filozof Epiktetos, kölelikten özgürlüğe uzanan hayatıyla Stoacılığın en güçlü temsilcilerinden biridir. Onun öğretilerinde en çok öne çıkan fikir şudur: “Hayat, bizim elimizde olan ve elimizde olmayanlar ile dolu bir serüvendir.” (1*)
Ona göre insanın mutsuzluğu, çoğu zaman elinde olmayan şeyleri kontrol etmeye çalışmasından doğar. Bir başkasının davranışı, dünyanın gidişatı, hatta geleceğin kendisi… Bunları kontrol etmeye kalkıştığımızda, beklentinin tuzağına düşeriz.
Mesela sevgilimizin bizi her zaman aramasını beklemek ya da iş arkadaşımızın her zaman hakkımızı teslim etmesini istemek. Bunlar bizim kontrolümüzde değildir. Epiktetos’a göre bu tür beklentiler, gerçekleşmediklerinde kaçınılmaz olarak hayal kırıklığı yaratır.
Etik olarak da doğru değildir çünkü düşüncelerimizi karşı tarafla paylaşmadığımızda karşı taraf zaten bunu bilemez (tahmin edebilir tabiki ama etmeyedebilir) ve kendi zihnimizde yarattığımız yükü onun omzuna yüklemek ve bundan onu sorumlu tutmak pek adil bir davranış sayılmaz.
Asıl özgürlük, sadece kendi elimizde olanlara odaklanmaktır: kendi düşüncemiz, tutumumuz, tepkimiz. Yani sevgilimizin arayıp aramamasına takılmak yerine, bizim bunu nasıl karşıladığımız ya da diyelim ki bu olay bizim için çok önemli ise karşı taraf ile bunun iletişimini kurmak asıl mühim olan şeydir.
Beklentilerimiz bizi zincire vurur, ama onları fark edip elimizde olanla sınırladığımızda zihinsel huzuru yakalayabiliriz.
Buddha / Doğu Felsefesi: Arzunun (tanha) tatminsizliği doğurması
Buddha’nın öğretilerinde temel bir kavram vardır: tanha, yani “susuzluk” ya da “arzu”. (2*)
Susadığımızda nasıl ki bu durum su içmeyi çok istememize yol açarsa, arzular da arzulanan şeyi benzer şekilde çok istemeye neden olur.
Buddha’ya göre ıstırabın (dukkha) kaynağı, aslında bu sürekli arzulamadır. Hep biraz daha fazlasını bekleriz: daha çok sevgi, daha çok takdir, daha çok güvence. Fakat arzu hiçbir zaman tam anlamıyla doymaz; bir hedefe ulaştığımızda hemen yenisi doğar.
İşte bu yüzden, beklentiler tatminsizliğin tohumunu taşır. Mesela partnerimizden belli bir söz bekleriz, o söz söylenmediğinde kırılırız. Ama söylense bile, ertesi gün yine başka bir beklenti doğar. Böylece zihin hep “bir sonraki”ne koşar, hiçbir anı tam olarak huzurla yaşatmaz. Halbuki partnerimizden bir beklentimiz varsa onu paylaşsak ve ortak bir noktada buluşmuş olsak ne de güzel, ne de huzurlu hissederiz…
Doğu felsefesinin bize söylediği şey şudur:
Beklentiyi tamamen yok etmek mümkün olmasa da, onun geçiciliğini fark etmek mümkündür. Arzunun doğasını görmeye başladığımızda, onun bizi sürüklemesine kapılmak yerine, daha dengeli bir yerde durabiliriz.
Yani beklentiler, su içtikçe daha çok susatan tuzlu suya benzer. İçtikçe doyacağımızı sanırız ama aslında daha da susarız.
Kierkegaard: “Umutsuzluk” ve gerçekleşmeyen beklentilerin bireyin kendine yabancılaşmasına yol açması
19. yüzyılın varoluşçu düşünürlerinden Søren Kierkegaard, insanın en temel sorununu “umutsuzluk” kavramıyla tanımlar. Ona göre umutsuzluk, sadece geleceğe dair karamsarlık değildir; kendi benliğimizle uyumsuz hale gelmemizdir. (3*)
Kierkegaard insanın trajedisini şurada görür:
Sevgiden, başarıdan, onaydan yana bir beklenti kurarız. Bu beklenti gerçekleşmediğinde sadece dışarıya değil, kendimize de yabancılaşırız. Çünkü “benim değerim demek ki bu kadarmış” diye düşünürüz.
Beklenti karşılanmadığında, kişi kendi öz benliğiyle çatışmaya girer. İstediği şey ile yaşadığı şey arasındaki uçurum, “umutsuzluk” denen içsel yarayı açar. Ve bu yara, insanı kendi gerçeğinden uzaklaştırır.
Kierkegaard’ın diliyle söyleyecek olursak: Umutsuzluk, insanın kendi olmak istediği şey olamamasıdır. Beklentiler gerçekleşmediğinde bu umutsuzluk derinleşir, kişi kendine yabancılaşır.
İlişkilerde de durum pek değişmez:
Partnerimizden, ailemizden ya da arkadaşlarımızdan sürekli belli şeyler beklediğimizde, bu karşılanmadığında yalnızca onlara değil, kendimize de kırılırız.
“Ben demek ki sevilmeye layık değilim” gibi bir algı, kendi özümüze duyduğumuz güveni aşındırır.
Kierkegaard kulağımıza küpe olsun diye şöyle söyler:
Umutsuzluğu aşmak, aslında beklentilerimizin ötesinde kendi özümüzle barışmaktan geçer.
Bilimsel Perspektif
Bilişsel Psikoloji: Beklentilerin Zihnimizde Senaryolar Oluşturması
Bilişsel psikolojiye göre insan zihni, yalnızca geçmişi kaydetmez; sürekli geleceğe dair öngörüler üretir. Yani zihin, her an bir sonraki adımı tahmin etmeye çalışan bir “senaryo yazarı” gibidir. (4*)
Bir buluşmaya giderken partnerimizin güler yüzlü olacağını, iş görüşmesine girerken karşı tarafın el sıkışacağını ya da arkadaşımıza mesaj attığımızda hemen döneceğini hayal ederiz. Bu beklentiler aslında bilinçdışında oluşturduğumuz senaryolardır.
Sorun şu ki, senaryoların çoğu gerçeklikle tam örtüşmez. Karşımızdakinden beklediğimiz söz ya da davranış gerçekleşmediğinde, zihnimiz “senaryo bozuldu” diye alarm verir. Bu da hayal kırıklığı, öfke veya kırgınlık gibi duyguların tetiklenmesine yol açar.
Nöropsikolojik araştırmalar, beynin özellikle prefrontal korteks ve hipokampus bölgelerinin beklenti ve öngörü süreçlerinde aktif olduğunu gösteriyor. Yani zihin, adeta geleceğin provasını yapıyor. Ancak bu prova sahneye uymazsa, duygusal tepki kaçınılmaz oluyor. (5*)
Yani beklentiler, zihnimizin yazdığı ama çoğu zaman karşı tarafın eline hiç geçmemiş bir senaryodur. Biz filmi kafamızda oynatmışızdır, ama başkası senaryoyu okumadığı için rolünü oynamaz. Sonra biz de bu duruma alınır, kırılırız.
Nörobilim: Dopamin Sistemi ve Tahmin Hatası (Prediction Error)
Beynimizin ödül sistemi büyük ölçüde dopamin üzerinden işler. (6*) Bilim insanları dopamini uzun süre, sadece “haz hormonu” olarak tanımladılar. Yani keyif veren yiyecek, seks, başarı gibi ödüllerle ilişkili olduğu düşünüldü. Ancak güncel araştırmalar gösteriyor ki, dopaminin asıl işlevini haz vermekten çok gerçekleştiğinde haz alacağımızı düşündüren beklentiler oluşturmak. Yani bu hormon esasen ödül beklentisini ve motivasyonu düzenleyen bir rol oynuyor.
Beyin, ödül beklediği zaman dopamin salgılar. Bir olay tam da beklediğimiz gibi gerçekleşirse, dopamin salınımı dengeli bir haz yaratır. Ancak beklenen şey gerçekleşmezse, beynimizde prediction error (tahmin hatası) denen bir mekanizma devreye girer. (7*)
Yani beyin bize der ki: “Ben bunu öngörmüştüm ama olmadı.” Bu sinyal, hayal kırıklığı ve stres duygularına zemin hazırlar.
Basit bir örnekle: Telefonumuzdan bildirim sesi gelir, “kesin sevdiğimden mesaj geldi yaşasın!” diye düşünürüz. Açtığımızda bankadan reklam mesajı çıkar. İşte o an içimizde beliren boşluk hissi, tahmin hatasının sonucudur.
İlişkiler bağlamında da aynı şey yaşanır. Partnerimizden bir kutlama, bir jest ya da basit bir teşekkür bekleriz. Olmadığında, yalnızca beklenti boşa çıkmaz; beynimiz bunu “sistem hatası” gibi algılar. Ve bu küçük hayal kırıklıkları üst üste biriktiğinde, bağlarımızı zedeleyebilir.
Nörobilim bize şunu söylüyor: Beklentiler yalnızca duygusal değil, biyolojik de bir mesele. Çünkü dopamin sistemi, gerçekleşmeyen beklentilerde sinir sistemine ‘hata sinyali’ gönderiyor, gerçekleşen beklentilerde ise motivasyonu pekiştirerek haz alma sürecine katkıda bulunuyor.
Sosyal Psikoloji: İlişkilerde “Sessiz Varsayımlar” ve “Gizli Kontratlar”
Sosyal psikolojide sıkça tartışılan bir konu, ilişkilerin yalnızca açıkça söylenenler üzerine değil, sessiz varsayımlar ve görünmez anlaşmalar üzerine de kurulmuş olmasıdır. (8*)
Birçok ilişkide taraflar farkında olmadan “gizli kontratlar” yapar. İçten içe beklentiler oluşur, taraflar henüz iletişimini dahi kurmadan içlerinde şöyle düşünceler taşırlar:
“Beni aramazsa, bu ilişkiyi önemsemiyor demektir.”
“Benim doğum günümü kutlamazsa, sevgisini kanıtlamamış olur.”
“Evlendiğimizde artık tüm tatilleri birlikte geçiririz.”
Sorun şu ki, bu kontratlar hiçbir zaman konuşulmamıştır. Yani karşı taraf bu beklentinin farkında bile değildir.
Bu durum ilişkilerde tehlikeli bir tuzak yaratır. Çünkü gizli kontrat ihlal edildiğinde, biz “anlaşma bozuldu” gibi hissederiz; ama karşı taraf için ortada anlaşma yoktur bile. Sonuç: kırgınlık, suçlama ve iletişim kopukluğu.
Örneğin, bir taraf için bayramda ailesini ziyaret etmek doğal bir gereklilikken, diğeri için bayram gibi özel boş zamanları baş başa geçirmek değerli olabilir. Bu varsayımlar konuşulmazsa, her iki taraf da diğerini “anlamıyor” gibi görür.
Sosyal psikolojinin gösterdiği şey şu:
İlişkilerde en çok çatışma yaratan şey söylenenler değil, söylenmeyenlerdir. Sessiz varsayımlar, fark edilmeden işleyen gizli kontratlar gibidir.
Bu yüzden beklentileri açıkça konuşmak, yalnızca iletişimi değil, güveni de güçlendirir.
Çünkü gizli kontratlar görünür hale geldiğinde, taraflar bilinçli bir şekilde “bizim anlaşmamız”ı yeniden yazabilir.
Toplumsal / Kültürel Etkiler
Romantik Filmler ve Sosyal Medya kaynaklı “İdeal Partner” Beklentisi
Toplum, ilişkilerden ne beklememiz gerektiğini büyük ölçüde biz istesek de istemesek de gözümüze sokar. Romantik filmler, diziler ve sosyal medya, çoğu zaman gerçeklikle ilgisi az olan bir “ideal partner” algısı yaratır. (9*)
Sinemada gördüğümüz büyük aşk jestleri, havaalanında son anda yetişip sevgiliyi geri döndürmek, her yıl kusursuz kutlanan yıldönümleri, günlerce süren tutkulu romantizm… Bunlar zihnimizde bir standart haline gelir.
Sosyal medya ise bu beklentiyi daha da pekiştirir. Instagram’da mükemmel çift fotoğrafları, TikTok’ta birbirine şaka yapan ve sürekli eğlenen partnerler, Twitter’da yazılan aşk dolu sözler… Hepsi “ilişkide böyle olunmalı” hislerimizi kabartır durur. (10*)
Ama gerçekte, kimse her gün film sahnesi yaşamaz. Çoğu çift sıradan sohbetler, küçük tartışmalar, günlük koşuşturmalarla yoğrulur. İdealize edilmiş beklentilerle gerçek hayat arasındaki bu fark ise kolayca hayal kırıklığına dönüşür.
Fakat bu beklentilerle hareket edersek partnerimizden sürekli film kahramanı gibi davranmasını beklemiş oluruz. Bu beklenti karşılanmadığında da “ilişkimizde bir sorun var” hissine kapılabiliriz. Oysa sorun çoğu zaman partnerde değil, toplumsal imgeyle kurduğumuz yanıltıcı karşılaştırmadadır.
Romantik filmler ve sosyal medya bize ilham verebilir ama aynı zamanda gerçekçi olmayan beklentilerle de zihnimizi doldurur.
Gerçek bağ, bu illüzyonları fark edip, kendi özgün hikâyemizi yazabildiğimizde başlar.
Modern Toplumda Başarı ve Mutluluk Standartlarının Beklenti Yükü
Bugünün dünyasında yalnızca ilişkiler değil, hayatın bütünü üzerine yüklenen görünmez beklentiler var. Modern kültürün sırtımıza yüklediği sürekli başarılı, mutlu olmalısın, hep üretken olmalısın gibi beklentilerden bahsediyorum. (11*)
Sosyal medya akışında gördüğümüz terfiler, yeni girişimler, egzotik tatiller ve pırıl pırıl yüzlerle paylaşılan mutluluk anları, zamanla bir standart gibi algılanıyor. Yani yalnızca arada sırada mutlu olmak değil, “hep mutlu görünmek” zorundaymışız gibi hissediyoruz.
Bu durum, beklentilerin kişisel ilişkilerimize de sızmasına yol açıyor. Partnerimizden sürekli motive edici, hep destekleyici, her an anlayışlı ve neşeli olmasını bekliyoruz. Çünkü toplum bize “ideal eş” ya da “ideal aile” imajını başarı ve mutluluk üzerinden tanımlıyor.
Ama gerçek hayat inişli çıkışlıdır. Bazen başarısızlıklar olur, bazen moraller bozulur, bazen sıradanlık ağır basar. İşte tam burada modern toplumun yüklediği beklenti devreye girer: “Hep mutlu olmamız gerekirdi, neden değiliz? Yoksa ilişkimizde yolunda gitmeyen bir şeyler mi var?”
Sonunda elimizde kalan partnerimizle ya da kendimizle ilgili haksız kıyaslar, tatminsizlik ve hayal kırıklığı olur.
Kısacası, modern toplumun başarı ve mutluluk standartları, ilişkilerde de gerçekçi olmayan bir beklenti yükü yaratıyor. Oysa hem bireysel hem de ilişkisel huzur, bu yapay standartları sorgulayıp kendi ölçülerimizi bulduğumuzda mümkün hale geliyor.
Gerçek Problem ve Çözüm Önerileri
Problemler
Tüm yazıda şunu anlatmaya çalıştım, yaşarken de onlarca kez tecrübe ettim ki; sessizce taşıdığımız beklentiler dile gelmeyince çatışma yaratıyor, gitgide birikiyor, büyüdükçe de ilişkilerimizin, kendimizin, psikolojimizin sürekli kötüye gittiği döngülere kapılıyoruz.
Bunlar çözülmedikçe de gitmediğimiz psikolog, içmediğimiz ilaç kalmaz hale geliyor.
Kendimize beynimizin içinde haksız ama emin bir şekilde “hak ettiğimiz” sanal evrenler yaratıyoruz. Sonra o evrenler üzerinden beklentilere giriyoruz. Zaman gelip kontrolümüzde olmayan sebeplerle o evrenlerin gerçeklikle arasında büyük bir uçurum olduğunu farkettiğimizde de kendi beynimizde oluşturduğumuz evrenler üstümüze yıkılıveriyor.
Şunun farkına varmamız şart, hepimiz ayrı ayrı bireyler olarak, içinde yaşadığımız hakiki evrenleri beyinlerimizle anlıyoruz, zaten de o evrenlerde yaşıyoruz. Kısaca hepimizin birer hayat senaryosu zaten mevcut.
Velakin kültürel normlar, izlediklerimiz, gördüklerimiz, maruz kaldıklarımız bizi kendi hayat senaryomuzdan uzaklaştırıyor.
Olacağı kesin olmayan hayali senaryolar üzerinden yalancı evrenler yaratıp sonra da gerçeklikle örtüşmediğinde ne yapıyoruz? Stres oluyoruz, daralıyoruz, bunalıyoruz.
Çözüm Önerileri
Çözüm Önerileri: Beklentileri Açıkça Konuşmak, Görünür Kılmak
İlişkilerde en çok hayal kırıklığını yaratan şey, çoğu zaman yerine getirilmeyen beklentiler değil, hiç dile getirilmemiş olanlardır. Çünkü dile gelmeyen her beklenti, beynimizin içinde gizli görünmez bir anlaşma gibi işler. Biz onun var olduğunu biliriz ama karşımızdaki farkında değildir.
Bu yüzden ilk adım, beklentileri görünür kılmaktır. “Sen zaten anlamalısın” diye içimizde karar vermek yerine, doğrudan söylemek şart.
“Benim için önemli günlerde hatırlanmak çok değerli.”
“Birlikte vakit geçirdiğimizde telefona değil bana odaklanmanı isterim.”
“Ev işlerini paylaşmamız benim üzerimdeki yükü hafifletiyor.”
“Benim için güven çok önemli, birbirimize dengesiz davranmamalıyız.”
Bu tür cümleler, karşı tarafın zihninde belirsizliği ortadan kaldırır ve beklentileri anlaşılır hale getirir.
Psikolojide buna “şeffaf iletişim” deniyor. Şeffaflık, yalnızca doğruyu söylemek değil, aynı zamanda ihtiyaçlarımızı ve sınırlarımızı netleştirmektir. Böylece partnerimiz bizimle aynı dili konuşmaya başlar.
Felsefi açıdan da bu yaklaşım, Gadamer’in “ufukların kaynaşması” dediği şeyle örtüşür: Her birimiz kendi ufkumuzu masaya koyarız ve ancak paylaşarak ortak bir anlam yaratabiliriz.
Kısacası beklentileri gizlemek yerine konuşmak, ilişkide kırgınlık tohumlarını ekmeden önce toprağı temizlemek gibidir.
Görünür hale gelen beklenti, artık bir yük değil, ortak bir anlaşmaya dönüşür.
Stoacı Pratikler - En Kötüyü Düşünerek Hayal Kırıklığını Yönetmek
Stoacılar, beklentilerin insan zihnini nasıl esir aldığını çok erken fark etmişlerdi. Epiktetos’un meşhur söylemi şudur:
“Bizi üzen şeyler olaylar değil, onlar hakkındaki yargılarımızdır.”
Stoacı pratiklerden biri de “premeditatio malorum” yani “kötü ihtimalleri önceden düşünme” egzersizidir. Bu, sürekli karamsarlık üretmek için değil, zihnimizi olası hayal kırıklıklarına karşı güçlendirmek için yapılır.
Örneğin bir arkadaşla buluşacaksak o arkadaşın buluşmaya gelmeyebileceğini, bir işin ters de gidebileceğini, bir yolculukta aksilik çıkabileceğini önceden düşünüp eğer böyle bir olumsuzluk gerçekleşirse nasıl bir önlem almış olacağımızı hesap etmek.
Bu tarz olumsuzlukları önceden zihnimizde canlandırırsak, gerçekleştiğinde bizi sarsma gücü azalır. Çünkü artık bu senaryoya hazırlıklı oluruz.
Modern psikolojide de bu yöntemin karşılığı var. “Beklenti yönetimi.” Yani ihtimallerin yalnızca en iyisine değil, en kötüsüne de zihinsel olarak yer açmak.
Böylece, gerçekleşen olumsuzluk karşısında yıkılmak yerine, “Zaten bu da mümkündü” diyerek daha dengeli tepki verebiliriz.
Stoacılığın en sevdiğim yanlarından biri bu. Güçsüz olma ihtimalimiz olan durumları da güce çevirmemize yardım eden bir bakış açısı sunuyor.
Beklentileri kontrol etmek imkânsızdır, ama onların üzerimizdeki etkisini yönetmek mümkündür. En kötüyü düşünmek, aslında hayata karşı zihinsel bir sigorta poliçesi gibidir.
Mindfulness - Beklentisiz Bir Şekilde Anda Kalabilmek
Beklentiler çoğu zaman geleceğe dönüktür.
“Şu olursa mutlu olacağım, bu gerçekleşirse huzur bulacağım.”
Zihnimiz sürekli geleceğe yatırım yapar ama bugünü yaşamaktan uzaklaşır. İşte tam bu noktada mindfulness (bilinçli farkındalık) devreye girer. (12*)
Mindfulness’ın özü “olan şeyi olduğu gibi” görmektir. Ne geçmişi değiştirmeye çalışmak ne de geleceği zorlamak. Beklentilerin yarattığı senaryoları fark etmek ama onlara kapılmadan, dikkatimizi yaşadığımız anda tutmak.
Örneğin partnerinizden mesaj bekliyorsunuz.
Telefon çalmıyor ve zihniniz hemen çalışmaya başlıyor:
“Acaba bana kırgın mı? Başka bir şey mi yapıyor? Yoksa beni önemsemiyor mu?”
Bu senaryoların her biri bir beklentiden doğar.
Mindfulness ise bu anı şöyle görebilmemizi mümkün kılar:
“Şu anda telefonum sessizde. İçimde merak ve huzursuzluk var. Bunları fark ediyorum.”
Yani senaryonun içine düşmek yerine, onun zihnimizde belirdiğini gözlemliyoruz. Bu küçük fark, hayal kırıklığına kapılmadan, olanı olduğu gibi yaşamamızı sağlar.
Bilimsel araştırmalar da mindfulness’ın beklenti ve hayal kırıklığı döngüsünü zayıflattığını gösteriyor. Çünkü anda kalabilen zihin, “olmalıydı” baskısından kurtulup, “olan”ile barışabiliyor.
Bilinçli farkındalık, beklentilerin gürültüsünü azaltır ve ilişkilerde daha berrak, daha huzurlu bir bağ kurulmasına zemin hazırlar.
Kendi Değer Haritamızı Çıkarmak – Beklentileri Başkalarının Değil, Kendi Özümüzle Uyumlu Kurmak
Çoğu beklentimiz aslında bize ait değildir. Ailemizin, toplumun, sosyal medyanın ya da kültürün fısıldadığı “olması gerekenler” zamanla içimize yerleşir ve biz de onları kendi isteklerimiz sanırız.
Ama kendi öz değerlerimizle uyumlu olmayan beklentiler, er ya da geç bizi hayal kırıklığına sürükler. Çünkü başkasının senaryosunu yaşamak, kendi hikâyemizi unutmaktır.
Bu yüzden ilk adım “kendi değer haritamızı” çıkarmaktır. Yani şu soruları dürüstçe sormak:
“Benim için gerçekten en kıymetli olan şeyler neler?”
“Başarı mı, huzur mu, özgürlük mü, aidiyet mi?”
“İlişkilerimde en çok hangi değerlerle yaşamak istiyorum?”
Bu harita çıkarıldığında, beklentilerimizi de yeniden düzenleyebiliriz. Artık “herkesin yaptığı” için değil, bizim özümüzle uyumlu olduğu için beklenti kurarız.
Mesela toplum bize “kariyer basamaklarını hızla çıkmalısın” diyor olabilir. Ama bizim değer haritamızda “yaratıcılık” ya da “özgürlük” daha önemli bir yerdeyse, kariyer beklentimizi farklı bir yola çevirebiliriz.
Ya da ilişkilerde “romantik sürprizler” beklentisi yerine, bizim için asıl değer “güven”ise, beklentimizi buna göre tanımlayabiliriz.
Felsefi açıdan da bu, Kierkegaard’ın “kendine sadık olmak” dediği noktaya yaklaşır: Başkalarının dayattığı beklentilerle değil, kendi içsel değerlerimizle yaşamak.
Kendi değer haritamızı bilmeden kurduğumuz beklentiler, bizi sürekli hayal kırıklığına götürür. Ama özümüzle uyumlu değerlerden beslenen beklentiler, iletişimi de doğru kurulursa, ilişkilerimizi ve hayatımızı daha gerçek, daha huzurlu kılar.
İlişkimizin ilk zamanlarında hanımımla hiç konuşmaksızın içimde “oh artık güzel güzel yemekler yapar” gibi bir beklenti vardı. Sonra bir noktadan sonra kavga ettiğimizi hatırlıyorum, ben kafamdaki beklenti üzerinden eşimi yargılıyor, suçlu buluyor, kendimce kızarak tepki gösteriyordum.
Allahtan eşim açık iletişime inanan ve hakkını yedirmeyen biri ki, bana “sen kafanda kurmuşsun her gün yemek yapar diye ben senin kafanın içindekini nereden bileyim, ayrıca hep niye ben yapacakmışım ben de senin yapmanı bekliyorum o zaman” dedi de yaptığım yanlışın farkına vardım.
O gün fark ettim ki, beklentiler dile gelmediğinde bir hayale değil, bir suçlamaya dönüşüyor. Belki de bu yazıyı yazabilmem, o küçük kavganın bana bıraktığı büyük ders sayesindedir.
Sonuç ve Okuyucuya Mesaj
Hayatımızda beklentiler her zaman öyle ya da olacaktır, bu kaçınılmaz. Biz bu beklentileri fark eder, ilişkilerimizde karşı taraf ile paylaşır, iletişimini kurar hale çevirirsek güçleniriz. Ama fark etmeden içimizde otomatik olarak oluşmuş beklentiler varsa, biz onları fark etmedikçe, onlar da bizi hayal kırıklığına uğratır, üzer, canımızı acıtır.
Fark edilmeyen beklentiler, çoğu zaman görünmez bir zincir oluşturur. Zinciri fark etmekse özgürlüğün ilk adımıdır.
O zaman şimdi de düşünme sırası sizde:
Sizin en görünmez, paylaşılmamış, sadece sizin bildiğiz beklentiniz neydi ve o beklenti gerçekleşmediğine sizi nasıl etkiledi, ilişkinize etkisi nasıl oldu?
Beklentiler de aslında kontrol yanılsamasının bir parçası. Hep istiyoruz ki ‘Her şey istediğimiz gibi olsun’, çünkü o zaman kontrol elimizde olur, kontrol elimizde olursa da stres olmayız.
Bir sonraki yazımda bu kontrol illüzyonunun bizi nasıl esir aldığını ve özgürlüğümüzü nasıl kısıtladığını irdelemeye çalışacağım.
O zamana kadar sevgiyle kalın.
📚 Kaynakça
- Epiktetos – Enchiridion / Stoacı Öğretiler
- Buddha – Dört Yüce Hakikat ve Pali Canon
- Søren Kierkegaard – The Sickness Unto Death (1849)
- Bilişsel psikoloji kaynakları (örn. Neisser, 1967 – Cognitive Psychology)
- Schultz & Schultz – A History of Modern Psychology (2004)
- Schultz, Dayan & Montague (1997) – A Neural Substrate of Prediction and Reward
- Sutton & Barto – Reinforcement Learning (1998)
- Murray & Holmes (1997) – Hidden Lay Theories in Intimate Relationships
- Giddens – The Transformation of Intimacy (1992)
- Sherry Turkle – Alone Together (2011) / Reclaiming Conversation (2015)
- Alain de Botton – Status Anxiety (2004)
- Jon Kabat-Zinn – Wherever You Go, There You Are (1994)