Bu kez paylaşacağım hikâye, yaşanmış bir olay değil. Ama hepimizin bir gün yaşayabileceği kadar tanıdık. Gerçekle kurgu arasındaki sınırı bilmek, bazen o hikâyeyi daha da gerçek kılar.
Diyelim ki vücudumuzun bir yerinde bir ağrı var. Doktora gittik. Doktor birkaç soru sordu, yüzü biraz ciddileşti. “Bir kan testi isteyelim,” dedi. “Kaydınızı yaptırın, sonuçlar bir saate çıkar. Sonra birlikte bakarız.”
Testi verdik, bir saate sonuç çıkacak denildi. Bekleme süresi başlamış oldu. Hafiften acıkmışız da… Oturduk bir yere, çay söyledik, simit aldık. On dakika geçti geçmedi, zihnimiz kıvranmaya başladı bile.
Muhtemelen aklımızdan milyon tane düşünce geçecektir bu bekleme sırasında.
Aklımıza gelme ihtimali olan olasılık bulutu tahminen şöyle bir şey olacaktır:
- Acaba doktor bir şeyden mi şüphelendi?
- Ya sonuç çıkınca acı gerçek yüzümüze çarpacaksa? Ya ciddi bir şeyse?
- Hadi bütün bunlar doğruysa bizi sevenler ne yapacak?
- Belki de sadece prosedür gereğidir, boşuna dertleniyoruzdur.
- Belki de doktor bizi saf gördü, hastaneye para kazandırmak için test istedi.
Ve daha niceleri…
Bu örnekler böyle uzar gider.
Zihin, cevabını bilmediği her boşluğu, senaryo ile doldurmak ister. Belirsizlik dediğimiz şey, aslında bu boşlukta başlar.
Çoğu zaman bu kadar düşünmek, kötü bir haberi almaktan bile daha yorucu olur.
Bu yazıda, hayatın içinde kaçamayacağımız belirsizliklerle nasıl baş edebileceğimizi konuşacağız.
Belirsizliği düşman gibi görüp yok etmeye mi çalışmalıyız?
Yoksa onu bir rehber gibi yanımıza alarak, içindeki potansiyeli mi keşfetmeliyiz?
Cevaplar için biraz birlikte susacağız, biraz düşüneceğiz.
Konunun Felsefi ve Bilimsel Arka Planı
Felsefi perspektif
Heidegger – Belirsizlik, Zaman ve Kaygı
“Varlık, henüz olmamıştır.” – Heidegger
Heidegger’in bakış açısından önceki yazılarda da biraz bahsetmiştik.
Ona göre insan sadece şu anla sınırlı bir varlık olmaktansa, geçmişini hatırlayan ama aynı zamanda geleceğe doğru yönelen bir canlıdır.
İşte bu yüzden geleceğin belirsizliği bizim için sadece bir zaman problemi değil, bir varoluş gerçeğidir.
Gelecek, hiçbir zaman elimizde tam olarak tuttuğumuz bir şey olamaz. Hep biraz “yakında” dır, ama asla “şimdi”de değildir.
Hep beklediğimiz, plan yaptığımız ama asla tam olarak bilemediğimiz bir yer gibidir, gitsek belki de kaybolabileceğimiz bir yer.
Heidegger bunu “henüz olmamışlık” (Noch-nicht) haliyle tanımlar. Yani biz insanlar, sürekli “olmakta olan” bir hâlde yaşarız.
Ve bu durum bir duygu üretir: Kaygı (Angst).
Ama bu, günlük hayatta hissettiğimiz korkulardan farklıdır.
Bir tehlikeye değil, bir yokluğa, bir netlik eksikliğine yöneliktir. Belirli bir nesnesi yoktur, sadece “bir şey olacak ama ne bilmiyorum” hissidir.
İşte bu, belirsizlik deneyiminin ta kendisidir.
Heidegger’e göre bu kaygıdan kaçmak yerine, onunla yüzleşmek gerekir.
Çünkü ancak bu belirsizliğe açık olduğumuzda, gerçekten “biz” oluruz.
Yani ona göre belirsizlik, bir eksiklik değil; insan olmanın en derin hallerinden biridir.
Nagarjuna – Her Şey Boştur, Her Şey Mümkündür
Milattan sonra 2. yüzyılda yaşamış Hintli bir filozof olan Nagarjuna, budist düşüncenin en radikal dönüşümünü gerçekleştiren, “boşluk” öğretisini merkeze alan bir bilgeydi.
Nagarjuna, gerçekliğin özünün boşluk (śūnyatā) olduğunu düşünüyordu. Burada kastettiği boşluk “yokluk” anlamında bir boşluk değil, aksine, her şeyin sabit bir özden, değişmez bir doğadan yoksun olduğu anlamına geliyordu.
Bir şeyin özünün olmaması, onun her an yeniden oluşabileceği anlamına gelir. Yani ona göre hiçbir şey mutlak değildir; her şey ilişkiler ağı içinde, bağlama göre, neden-sonuç zincirleriyle ortaya çıkar.
Bu yüzden, hayatın belirsiz olması aslında doğasına uygundur. Değişkenlik, evrenin temel yasasıdır.
İyi de “bundan şimdi ne anlamalıyız?” diye düşünüyorsanız sadede geliyorum.
Belirsizliğe sıkıca tutunabileceğimiz net bir tanım, sağlam bir zemin arayışıyla değil; onu olduğu gibi, açık uçlu ve akışkan haliyle görerek yaklaşmalıyız diyor kısaca.
Ve işin güzel yanı şu:
Nagarjuna’ya göre bu boşluk hali korkutucu değil, özgürleştiricidir.
Çünkü ancak hiçbir şeyin mutlak olmadığını fark ettiğimizde, zihnimiz katı yargılardan, fazla erken verilmiş kararlardan ve hayatı sabitleme çabasından kurtulur.
“Belirsizlik, zihnin her şeyi olduğu gibi görme fırsatıdır.”
Bu yüzden belirsizlikle karşılaştığımızda kaçmak yerine durabiliriz. Durduramadığımız hayatın akışına teslim olmak, onunla uyumlanmak…
Bazen en derin içgörüler, tam da hiçbir şey bilmediğimizi fark ettiğimiz o anlarda doğar.
İbn Arabi – Gayb ve Potansiyel Alanı
Varoluşun birliği (vahdet-i vücud) düşünceleri ile tanınan endülüslü sufi düşünür İbn Arabi’ye göre hayat sadece gördüklerimizden, ölçebildiklerimizden ibaret değildir. Görmediğimiz, bilmediğimiz, henüz açılmamış olan, görünmeyen ama hissedilebilen bir “gayb” alanı vardır.
İşte bu gayb, kaderin gizli sahnesidir.
Henüz yaşanmamış olanın, görünür hale gelmemiş olanın alanı… Ve bu alan karanlık değil, içi olasılıklarla dolu bir rahim gibidir.
Belirsizlik burada bir tehdit değil; bir oluş alanı, bir yaratım sahasıdır.
İbn Arabi, insanın sadece akılla değil, aynı zamanda sezgiyle, yani kalp gözüyle yaşaması gerektiğini söyler. Çünkü bazı şeyler ne hesapla, ne mantıkla kavranabilir. Onlar sadece içten gelen bir bilme haliyle deneyimlenebilir.
Bu yüzden bazen “ne yapacağımı bilmiyorum” dediğimiz o an, aslında “yeninin doğmak üzere olduğu” andır. Sonuçta bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp demişler. 😊
Bilginin sınırına geldiğimizde, sezgi devreye girer. Ve sezgi, gaybın kapısını çalan en güçlü anahtardır.
İbn Arabi’ye göre belirsizlikle barışmak, sadece bir dayanıklılık meselesi değil; aynı zamanda hakikate açılmanın da kapısıdır.
Gazâlî – Bilinemezliği Kabullenmek
Gazâlî, İslam düşüncesinin en önemli isimlerinden biriydi.
Onu farklı kılan şey, sadece bilgi birikimi değil; bilginin kendisine duyduğu şüpheyle baş etme cesaretiydi.
Yaşadığı dönemde her şeyi sorgulamaya başlamıştı Gazâlî: Mantığı, kelamı, felsefeyi, hatta dinî bilgileri…
Her şeyin ardındaki hakikati ararken, fark etti ki akıl bir yere kadar götürür, ama oradan sonrası bir boşluktur. Ve o boşluk korkutucudur.
İşte tam orada, yani bilginin bittiği yerde, başka bir yol aramaya başladı. Kalbe yöneldi.
Deneyim, sezgi, içsel sezme, adına ne dersek diyelim, bilen değil “hisseden” biri olmaya başladı.
Gazâlî’ye göre bu sınırı fark etmek, aslında bir çöküş değil, dönüşümdü.
Bilginin sınırlılığını kabul etmek, insanı belirsizlikle karşı karşıya bırakır. Ama bu yüzleşme, yeni bir arayışın da kapısını açar:
“Bilmiyorum” diyebilen kişi, gerçekten öğrenmeye başlamış demektir.
Ya da tersten söylemek gerekirse:
“Bir kişi, bildiğini sandığı ama gerçekten enine boyuna bilmediği bir şeyi asla gerçekten öğrenemez.”
Bu yüzden belirsizlik bazen bildiklerimizin yıkılması değil, gerçek anlamda aramaya başlamamızdır.
Gazâlî’nin yolculuğu bize anlattığı şey şudur:
Bazen hakikat, ancak zihinsel kesinliğin çöktüğü yerlerde belirir.
Bilimsel Perspektif
Belirsizlik, Beyin ve Evrenin Yapısı
Beynimizi hep gerçeği olduğu gibi gören bir organ olarak düşünürüz. Ama bakalım bilim bu konuda ne diyor…
Kısaca şöyle açıklayayım, bilimsel olarak bakıldığında beynimiz aslında tam olarak da “gerçeği olduğu gibi gören” bir yapı değil. Yani aslında öyle ama, biraz detaylı.
Bilimsel olarak bakacak olursak, beyin aslında tam bir tahmin yürütme makinesi.
Nörobilimde buna predictive processing deniyor: Beyin, dış dünyayı doğrudan, olduğu gibi algılamaktan çok, sürekli olabilecekleri tahmin ediyor ve gelen verilerle bu tahminleri güncelliyor.
Yani biz bir odaya girdiğimizde önce gözümüzle görüp sonra anlamlandırmıyoruz; beynimiz önce o odaya girersek orada ne göreceğimizi tahmin ediyor, sonra odayı ufak ufak görmeye başladıkça o beklentiyi ufak ufak düzelterek çalışıyor.
Bu sistem çok verimli ama aynı zamanda belirsizliğe tahammülsüz bir yapıda.
Çünkü bilinmeyen bir şeyle karşılaşınca, tüm tahmin motoru devre dışı kalıyor ve beyin bir tür “hata alarmı” veriyor.
Bu yüzden belirsizlik, fizyolojik olarak stres, kaygı ve tetikte olma hali yaratıyor.
Belirsizlik Beyni Nasıl Etkiler?
Birçok fMRI çalışmasında, belirsizlik anlarında amigdala (tehdit algısı) ve anterior insula (içsel durumları izleyen merkez) gibi bölgelerin aktif hale geldiği görülüyor.
Ancak bu durum aynı zamanda prefrontal korteksin yaratıcı devrelerini de tetikleyebiliyor.
Yani belirsizlik, eğer panik yerine açıklıkla karşılanırsa, kişi yeni yollar düşünmeye başlıyor.
Bu da belirsizliğin sadece stres değil, aynı zamanda yaratıcılık potansiyeli taşıdığı anlamına geliyor.
Columbia Üniversitesi’nde yapılan bir deneyde, insanlar belirsizliğe uzun süre maruz bırakıldığında hipokampus (hafıza ve öğrenme ile ilgili merkez) daha aktif hale geliyor.
Bu ne demek?
Belirsizlik, öğrenme dürtüsünü de tetikleyen bir motor olabilir.
Yani bize diyor ki korkarsanız donar kalırsınız. Ama merak ederseniz dönüşür, üretir, gelişirsiniz.
Zaten Evrenin Kendisi de Belirsiz!
Kuantum fiziği bize evrenin temeline indiğimizde katı gerçeklik yerine, olasılık dalgalarıyla karşılaştığımızı gösterdi.
Örneğin şunu artık biliyoruz: Bir parçacığın yeri ve hızı aynı anda kesin olarak bilinemez. Hızını kesin olarak biliyorsak yerini kesin olarak bilemeyiz, yerini kesin olarak biliyorsak hızını kesin olarak bilemeyiz.(Heisenberg Belirsizlik İlkesi).
Bir elektronun nerede olduğunu sorduğumuzda, elimizde sadece olasılık dağılımları olur.
Evrenin en temel yapısı bile mutlak değilken, biz neden hayatımızın hep net olmasını bekliyoruz?
Belirsizlik, doğanın bizden sakladığı bir şey değil; tam tersine, doğanın en dürüst hali olabilir.
Sonuç olarak:
Bilim de felsefe de şunu söylüyor: Belirsizlik, bir arıza değil. Hayatın ta kendisi. Ve onunla korkmadan kalabildiğimizde, hem zihinsel esnekliğimiz artıyor hem de yepyeni yollar açılıyor.
Gerçek Problem ve Çözüm Önerileri
Belirsizlik Neden Bu Kadar Zor?
Günümüz insanı için belirsizlik sadece bilinmezlik değil; neredeyse bir tehdit.
Çünkü modern yaşam, neredeyse her şeyi ölçülebilir, planlanabilir ve kontrol edilebilir hale getirmeye çalıştı.
Sabah kaçta kalkacağımız belli. Takvimimiz dolu. İş yerinde KPI’larımız (ne kadar performanslı çalıştığımızı belirleyen göstergeler) var, ilişkilerimizde sürekli bir netlik beklentisi mevcut, markette ürünlerin kalori bilgisini bilmesek olmaz, hatta ne hissedeceğimizi bile artık uygulamalarla ölçmeye başladık.
Bu düzen içinde “bilmemek” büyük bir eksiklik gibi algılanıyor.
Ama aslında bu sadece bir alışkanlık. Ve bu alışkanlık bizi esnek olmaktan alıkoyuyor.
Zihin Boşluğa Tahammül Edemiyor
Psikoloji araştırmaları gösteriyor ki, insan zihni boşlukları hızla doldurma eğilimindedir.
Nasıl ki odada boş bir alan olduğunda orayı hemen mobilya ile doldurmaya meylederiz, zihin de bilinmeyene karşı duramaz. Ama belki bazen o odanın boşluğu yankı yapsın diye bırakılsa daha iyi olacaktır, bunu çoğu zaman düşünmeyiz.
Bilinmeyen bir durumla karşılaştığında, beyin hemen senaryolar üretir. Bu, evrimsel bir koruma mekanizmasıdır: Tehlikeyi önceden tahmin edebilmek için.
Düşünsenize atalarımız karanlıkta bir gölge gördüğünde canavar olduğunu düşünüp kaçmıyor olsa belki vahşi hayvanlara yem olacaktı, soyumuz bu noktaya kadar gelemeyecekti, ben de bu yazıyı yazamayacaktım.
Demeye çalıştığım, neden bu mekanizmaya sahip olduğumuzu, dna’mızda bu özelliğin neden kodlanmış olduğunu anlayabiliyorum.
Ama görüyoruz ki bugün artık bu mekanizma bizi tüketiyor.
- “Cevap gelmedi çünkü beni önemsemiyor.”
- “Bunu sordu, demek ki bir şeyin peşinde.”
- “İçimde bir sıkıntı var, kesin kötü bir şey olacak.
Önemsemiyor değil kardeşim, bir şeyin peşinde de değil, kötü bir şey de olmayacak.
Bunlar genlerimizde kodlu, o boşluğu beynimiz bir canavar çıkmasın da bizi yemesin diye kötü bir şeyle doldurmaya çalışıyor ama kabul edelim ki bir canavar tarafından yenilme ihtimalimiz düşük, o yüzden belirsizlik durumunda oluşan kötü hisleri farkedebilirsek değiştirmemiz mantıklı olur, çünkü gerek yok. Boş yere stres. Stres yaşamanın bize faydası yok ama bu hissi anlayıp kabul etsek, gelişim noktalarımıza odaklansak bu dezavantaj belki bir avantaja dönüşebilir.
Bu gibi düşünceler çoğu zaman gerçeği değil, zihnin boşlukla baş etme çabasını yansıtıyor. Bunu anlamamız lazım.
Her Şeye Anlam Yükleme Zorunluluğu
Bir diğer sıkıntı ise şu:
Bizler sadece bilgi değil, anlam üretme bağımlısıyız. Ve belirsizlik, anlam üretmeyi zorlaştıran etmenlerin başında geliyor.
Çünkü belirsizlikte bir neden yoktur, açıklama eksiktir, sonuç bilinmez. Ama biz zihnimizi rahatlatmak için, çoğu zaman olmayan nedenler bulur, kendi kurgularımıza inanırız, onunla da kalmaz bir süre sonra bazen bu kurguları hakikat de sanmaya başlarız.
Bu yüzden modern insan için belirsizlik sadece bilgi eksikliği değil; anlamsızlık tehdididir.
Ve bu tehdit karşısında ya hemen cevap isteriz, ya kontrolü ele almak, ya da kaçmak isteriz…
Oysa bazen sadece orada, bilmemenin tam ortasında kalmak gerekir ki çiçek açalım, yeşillenelim, gürleşelim.
Tamam da ne yapalım, nasıl yapalım?
Belirsizlik neymiş anladık, onunla dövüşmemeli birlikte yürümeliymişiz, onu da anladık, ama bunu nasıl yapacağımızı anlamadık diyorsanız her zaman olduğu gibi kendimce bulduğum çözüm önerilerini sizinle paylaşmayı görev bilirim.
Buyrunuz:
Belirsizlikle Dost Olmak İçin Pratik Yollar
Belirsizlikle savaşmak yerine, onunla dost olsak nasıl olurdu? Bunu biraz düşünelim.
Belki de mesele, kontrol etmeye çalışmak değil; o boşluk alanına daha yumuşak bir noktadan yaklaşmayı öğrenmektir.
Aşağıda sizlerle beş farklı yaklaşım paylaşacağım. Bu adımlar küçük gibi görünebilir ama etkisinin büyük olacağından eminim.
1. Bilinemezle Arkadaş Olmak
Zihnimiz boşlukları doldurmak için acele eder. Ama bazen yapılacak en doğru şey, o boşluğun içinde kalmaktır.
Meditasyon, bilinçli nefes egzersizleri, doğada sessiz yürüyüşler gibi pratikler bize “düşünmeden var olma” alanı tanır.
- Sabit bir amaç gütmeden oturmak.
- Sadece nefesimizi izlemek.
- Sadece olan biteni fark etmek.
Bu tür pratikler, zihnin “ne olacak?” çığırtkanlığını yavaş yavaş susturur.
Belirsizlikle savaşmak yerine, onu duyumsamayı öğreniriz.
2. Sezgiyi Güçlendiren Alıştırmalar
Sezgi, bilgiden sonra değil; genellikle onun öncesinde gelir. Ama sezgisel alanı beslemek için içsel bir akışa ihtiyacımız var.
Bunun için:
- Her sabah rüya günlüğü tutabiliriz.
- Gideceğimiz yönü önceden belirlemeksizin Spontane yürüyüşler yapabiliriz. (Tamam, çıktım, şimdi de bu yöne yürüyeyim diye yürüyerek gezecek şekilde. Tabi kaybolmamakta fayda var. 😂)
- Günde 5 dakika serbest yazı yazabiliriz: Ne çıkacağını bilmeden, içini dökmek çok rahatlatıcı bir eylem. Çıkabilecek hikayelerin enteresanlığı sizi de şaşırtacaktır.
Bu egzersizler beynin kontrol merkezini devre dışı bırakır, daha derin bir farkındalık katmanı açar.
Ve zamanla şunu fark ederiz:
“Bilmiyorum ama hissediyorum” dediğimiz şeyler, bazen en doğru rehberimiz olabiliyormuş.
3. “Bilmiyorum” Diyebilme Egzersizleri
Türkiye’de yaşadığım dönemden şöyle bir şey hatırlıyorum: herkes her adresi biliyor gibiydi. Yolda kime nereyi sorsan ya bilmiyorum diyene rastlamak çok zordu.
Gün içinde karşılaştığımız üç belirsiz duruma, içimizden şöyle demeyi deneyebiliriz:
“Olabilir.”
“Bilmiyorum.”
“Şu an bunu bilmeme gerek yok.”
Bunlar çok basit, ama özünde çok güçlü cümleler. Çünkü zihnin otomatik olarak “kestirme sonuç üretme” alışkanlığını fark etmemizi sağlıyorlar.
Bu egzersiz, zihinsel kontrol refleksini çözer ve yerini farkındalıklı açıklığa bırakır.
4. Küçük Riskler Almak
Belirsizliği tanımanın en iyi yollarından biri: ona küçük kapılar açmaktır.
Bir gün plan yapmadan dışarı çıksak.
Gideceğimiz yeri önceden belirlemesek.
Bir karar alırken “en iyi sonucu” hesaplamaksızın, içinmizden geçeni takip etsek.
Burada büyük risklerden bahsetmiyorum tabiki, örneğin yemek yerken yüksek puanlı bir yer aramaktansa ismi hoşumuza giden bir yere gitsek, kötü çıkarsa da bi daha da gitmem özgürlüğünü kendimize versek.
Belki de çok süper bir yer çıkar, yeni bir yer keşfetmemize vesile olur.
Bunlar küçük riskler. Ama “her şeyi önceden bilmek zorundayım” düşüncesini esneten küçük pratikler.
Belki zamanla bize şu deneyimin gelmesine vesile olabilirler:
Belirsizlik, sadece bilinmeyen demek değildir; hatta bazen “keşfedilmemiş olan” da olabilir.
5. İçsel Güven – Dış Cevapları Beklememek
Bazen en büyük belirsizlik, dışarıdan gelecek cevaba olan bağımlılığımızdır.
- Beklediğim mesaj acaba gelecek mi?
- İstediğim onayı alacak mıyım?
- Kararını beklediğim kişi ne karar verecek?
Bu bekleyiş, insanı kendi merkezinden uzaklaştırır.
Belirsizlik içinde kalabilmek, dışarıdan cevap beklemeden, kendi iç pusulamızla yürümeyi öğrenebilmemizde yatar.
Bunun için her belirsizlik hissi geldiğinde kendimize şu soruyu sorabiliriz:
Dışarıdan hiçbir cevap gelmeyecek olduğunu bilsek, yine de bu adımı atar mıydık?
İşte bu soruya vereceğimiz yanıt, bizi belirsizliğin içinden çıkarıp kendimize sadık kaldığımız bir gerçekliğe götürecektir.
Türkiye’de yaşarken, Hollanda’dan ilk iş teklifi aldığım zaman, eşimle aramızda konuştuk, bu fırsatı kaçırmamak lazım, gidelim diye düşündük. Ülkedeki durumlar malum. Ama yine de sonuçta ailelerimizle bir konuşalım, onlardan da onay alalım öyle hareket edelim.
Bizimkiler sizin kararınıza saygı duyarız dedi, eşimin ailesine danışmak kaldı.
Fark edeceğiniz üzere bu süreç bir sürü belirsizlik içeriyordu, acaba nasıl olacak, onay alırsak nasıl olacak, yeni bir ülkeye taşınılacak, alışabilecek miyiz, bunun gibi onca belirsizlik yoğun bir sis gibiydi, ardını görmek neredeyse imkansızdı.
Eşimin babası ilk başta karşı çıktı, sonra abisi mantıklı buldu, sonra toplu bir görüşme yapıldı, baba ikna oldu, işi kabul ettim, istifalar verildi ve bu belirsizlik anlarında şunu farkettim, tamam çok sisliydi, belki bulanıktı, ama o sisin içine daldıkça gitgide yoğunluğu azalmaya başlıyordu.
Şimdi dönüp bakınca diyorum ki 9 sene olmuş burada yaşıyoruz, artık sis mis de yok, o zamanlar korksaydık, adım atmasaydık, o sisin içine dalmasaydık, bugün hala belki aynı belirsizliklerle kavga edip duruyorduk.
Kıssadan hisse: belirsizlik bizi yenemedi, biz onu yendik, çok da iyi yaptık. Ondan korkmadık, onunla birlikte yürüdük, ve daha iyi bir bilinç seviyesine yükselmemize vesile oldu.
Sonuç ve Okuyucuya Mesaj
Şu konuda anlaşalım:
Belirsizlik düşmanımız değil. O, yaşadığımız hayatın asıl malzemesi. Ve ancak onunla temas ettiğimizde gerçekten yaratıcı, özgür ve canlı olabiliriz. Onunla kavga etmeyi bırakmalı, onunla barışmalı, el ele yürümeyi öğrenmeliyiz.
O zaman sizi şu soruyla başbaşa bırakayım:
Hayatınızdaki hangi belirsizlik sizin için aslında bir davet olabilir?
Belirsizlikle yüzleşmek, çoğu zaman dış dünyayla değil, kendimizle kalmayı gerektirir.
Bildiğimizi sandığımız her şey çözüldüğünde, içimizde zihinsel çıplaklık gibi bir his belirir.
Ve tam da o anda, fark ederiz ki bu boşluk sadece bir bilinmezlik değil aynı zamanda bir kırılganlık alanı.
Şunu kabul etmekte fayda var: Belirsizlik, güçlü görünmeye çalıştığımız maskeleri düşürür.
Ama belki de asıl güç, tüm çıplaklığıyla “bilmiyorum”, “korkuyorum”, “emin değilim” diyebilmekte gizlidir.
Çoğu zaman en büyük cesaret, kırılganlığı saklamakta değil, gösterebilmekte yatar.
Bir sonraki yazımda, bu kırılganlıkla yüzleşmenin yollarını aramaya çalışacağız.
O zamana kadar, sevgiyle kalın.