Devrim mi arıyorsun? İçine bak!

Belki de en büyük değişim, en sessiz yerden başlar: İçimizden.

Kendimize dışarıdan bir gözle bakabildiğimiz zaman, onu tam olarak tanıdığımız ve anlayabildiğimiz, ama yargılamadan gözlemleyebildiğimiz zaman, sınırlarımızı çizebiliriz. Her ne kadar bu durum bizi yalnız bırakır gibi görünse de, aslında özgürlüğe yelken açmamıza yardımcı olur.

Bunu önceki yazılarımda elimden geldiğince netleştirmeye çalışmıştım. Düzenli takip eden sizlerin bu konuları özümsediğini ve artık ‘Ee şimdi ne yapacağız?’ dediğinizi varsayarak yeni yazıma giriş yapıyorum.

Bu yazımda, küllerinden doğmuş ve kendini tam olarak tanımış bir kişinin, kendine sadık kalarak nasıl bir dönüşüm yaşayabileceğini anlatmaya çalışacağım.

Hollanda’da çok meşhur olan Mahatma Gandhi’nin şu söylemini Türkçeleştirerek başlayayım:

Dünyada görmek istediğin değişimin kendisi ol!

Bizde de benzer bir söylem vardır: 

Herkes kapısının önünü süpürse, memleket tertemiz olur.

Derine inmek çok zor olmayacaktır.

Konuyu yine her zaman yapmaya çalıştığım gibi felsefi, bilimsel ve toplumsal açılardan ayrı ayrı ele almaya çalışacağım:

🧠 Felsefi yaklaşım:

Sevdiğim filozoflardan Martin Heidegger Varlık ve Zaman (Sein und Zeit) kitabında, insanın çoğu zaman kendi varlığının tam olarak farkında olmadan yaşadığından ve çoğunlukla başkalarının dünyasında kaybolmuş bir yaşantı sürdüğünden bahseder.

Yine farkında olmadan yaşayan ve bu durumda olan insanın ancak ölümle yüzleştiğinde ve zamanının kısıtlı olduğunun farkına vardığında kendi “hakiki varoluş” biçimine vardığından dem vurur.

Ona göre, ancak bu hakiki varoluş durumuna geçtiğinde insan kendine sadık kalabilir. Ve sadece bu durumda, kurduğu ilişkiler de otantik ve sahici olabilir — çünkü artık bir “rol” değil, bir “öz” üzerinden ilişki kuruyordur.

Yine benzer şekilde Alman psikolog ve psikoanalist Erich Fromm “Özgürlükten Kaçış” kitabında benzer bir konuya değinir:

Modernite sonrasında insan her ne kadar özgürleşmiş gibi görünse de bu özgürlüğün yarattığı yalnızlık, yönsüzlük ve belirsizlik duygusuyla baş edemediği için yeniden bir otoriteye ya da düzene sığınır.

Bu sığınmayı insanın özünden gelen bir hareket şeklinde görmek yerine modernite ile açığa çıkan özgürlük hissinin yarattığı boşluk ve belirsizlik sebebiyle insanın ondan kaçışı olarak görür.

Fromm’a göre bu durum da, sahte ilişkiler doğurur. Çünkü kişi birine ya da bir şeye bağlanırken aslında korkularından kaçmakta, özgürlük sorumluluğundan sıyrılmakta, yani kendisi olmamaktadır.

Kısaca özetlemek gerekirse:

🗣 Heidegger diyor ki:

“Kendin olmadan yaşarsan, başkaları gibi yaşarsın. Bu da seni otantik olmayan bir varoluşa sürükler.”

🗣 Fromm diyor ki:

“Kendi benliğini inşa etmeden bağ kurarsan, bu bağ bir kaçışa dönüşür.”

İkisi de, insanın gerçek benliğiyle temasa geçmeden kurduğu her bağın sahici olmaktan uzaklaştığını söylüyor. Ve ikisine göre de bu durumun aşılması, ancak kendine sadakatle, yani kişinin kendi iç dünyasına dönmesiyle mümkün.

🧬 Bilimsel yaklaşım:

Kendimize dışarıdan, yargılamadan bakabildiğimiz anlar; zihnimizin hem en kırılgan hem de en özgür olduğu anlardır. 

Psikolojide bu yetiye, yani kişinin kendini dışarıdan tarafsızca gözlemleyebilmesine, ‘öz-farkındalık’ denir. 

Nörobilimciler, özellikle de Daniel Siegel, bu yetinin beynin prefrontal korteksinde geliştiğini ve duygusal düzenleme ile karar verme süreçlerinde belirleyici olduğunu söyler.

Ancak sadece gözlemlemek değil, bu gözlemi yargılamadan yapmak, dönüşümün anahtarıdır. 

Carl Rogers’ın “koşulsuz olumlu kabul” kavramı burada devreye girer: İnsan kendine ancak yargısız bir dikkatle yaklaştığında, kendi iç gerçekliğini tanıyabilir. 

Kristin Neff’in “şefkatli farkındalık” üzerine çalışmaları da bu yaklaşımın bireyin psikolojik dayanıklılığını artırdığını ve net sınırlar çizebilmesine yardımcı olduğunu gösterir.

Sınır çizebilmek, sadece başkalarıyla ilişkilerimizi düzenlemenin ötesinde, kim olduğumuzu tanımlamanın da bir yoludur. 

Sağlıklı sınırlar, öz-farkındalığın bir sonucudur. 

Bu konuda uzmanlaşmış Amerikalı terapist ve yazar Nedra Glover Tawwab, sınırları sadece bir koruma değil, aynı zamanda kendimize duyduğumuz saygının dış dünyadaki bir yansıması olarak tanımlar.

🌍 Toplumsal ve Kültürel Etkiler: Sadakat mi, Uyum mu?

Kendimize dışarıdan bakabilmek, bazen yalnızca bireysel bir yeti değil, kültürel olarak da cesaret isteyen bir beceridir

Özellikle bizim gibi topluluk odaklı toplumlarda, “kendi yoluna gitmek”, “içine dönmek” ya da “sınır çizmek” çoğu zaman bencillik olarak algılanabiliyor. 

Halbuki bu durum, sadece dış dünyadan değil, içimizden de kopmamıza neden olabiliyor.

Bu noktada, sosyal psikolojiye önemli katkılarda bulunmuş olan George Herbert Mead’in görüşlerinden bahsetmek isterim. 

Mead’e göre insan benliği, büyük ölçüde başkalarıyla kurduğu ilişkiler üzerinden oluşur. 

Yani aslında biz, kim olduğumuzu çoğu zaman toplumun bize yansıttığı aynada görerek öğreniriz. 

Ancak bu ayna her zaman bizim hakikatimizi yansıtmayabilir. Toplumun bizden beklediği kimliklerle, gerçekten kim olduğumuz arasında fark varsa — işte o zaman içsel bir yabancılaşma başlar.

Buna benzer şekilde, Fransız filozof Michel Foucault da toplumun, birey üzerinde görünmeyen bir denetim mekanizması kurduğunu söyler. Foucault’ya göre birey zamanla, dışarıdaki gözleri içselleştirir ve kendi davranışlarını sanki biri onu izliyormuş gibi sürekli kontrol eder. 

Belki de bu yüzden, kendimize dışarıdan bakarken bile aslında toplumun gözlüğüyle bakıyoruz

Gerçek anlamda özgür bir gözlem yapabilmek için önce o gözlüğü çıkarıp kendi bakışımızla görmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Burada amaç, toplumu bir “düşman” gibi göstermek değil elbette. Sadece şunu fark etmek: 

Kendimize sadık kalmak istiyorsak, bu bazen toplumun bizden beklediği kişilikten yavaşça sıyrılmayı gerektiriyor olabilir. 

Bu da dışarıdan yalnızlaşmak gibi görünse de, aslında içimizde derin bir bütünlük ve özgürlük yaratan bir eylemdir.

Kim bilir belki de biz birer birey olduğumuzda zamanla yavaş yavaş toplumu da değiştirebiliriz.

🧩 Problemi güzelce tanımlamak gerekirse:

Doğuyoruz, bir aile ile birlikte büyüyoruz, sonra topluma karışıyoruz, arkadaşlar ediniyoruz, koşturmacalar, hayat gailesi, uyumlu olma çabası derken kendimizden öylesine uzaklaşıyoruz, farkında olmadan yarattığımız döngüler içerisinde öylesine dönüp duruyoruz ki bir noktada sınırlarını (hem içsel hem dışsal) düzgün çizemeyen bireylere dönüşüyoruz. 

Çizdiğimizde ise yalnız hissediyor, hatta bazen toplum tarafından yalnızlaştırılıyoruz.

İyi de… Ne yapalım?

 Şahsi bakış açım, kendime dair aldığım notlar şöyle, sizlerle de paylaşmak isterim:

  • Kendimizi bilelim, tanıyalım.
  • Yargılamadan kabul edelim, sevelim.
  • Kendimizle ilgili olumlu bulduğumuz, bize huzur veren, mutlu hissettiren özelliklerimizi güçlendirelim.
  • Bize kötü hissettiren, bizden başkalarına kötü hissettiren, olumsuz davranışlarımızı dönüştürelim.
  • İçsel ve dışsal sınırlarımızı belirleyelim.
  • Bu sınırlara sadık kalalım.
  • Bu bize yalnızlık hissi verirse bunu bir yenilgi değil özgürlük olarak görelim ve yeni sınırlarımız ile yeni bağlar kuralım, eski bağlarımızı da daha sağlam hale getirelim.
  • Bunu sürekli hale getirelim.

🌞 Sonuç: Bireyden Topluma Yayılan Dönüşüm

Sanıyorum kendimizi sağlamlaştırdıkça, daha huzurlu hale geldikçe etrafımıza da bu enerjiyi yayabilir, bildiklerimizi, öğrendiklerimizi paylaşabilir, ufak ufak aileyi, toplumu, dünyayı daha güzel daha huzurlu bir yer haline getirebiliriz.

Kendi sınırlarımızı çizdiğimizde, o sınır ihlal edilmeye gayret edildiğinde bunu hızlıca fark edebilir, sakin bir şekilde izin vermemeyi başarabiliriz.

Ancak sınırların olmadığı zaman:

  • Birisi bize haksızlık yapar — biz görmezden geliriz.
  • Öteki sıramızı çalar — biz iyice sinirleniriz.
  • Diğerine bir haksızlık yaparken — haksız olsak da kendimizi haklı görmeye başlarız.

Bunlar gitgide birikir, birikim bir noktada yavaş yavaş ısınan bir suyun kaynama noktasına gelmesi gibi bir zirve yapar ve o noktada kontrolünü yitirmiş bireyler haline geliriz. 

Haklıyken haksız duruma düşer, süregelen bir stresin kölesi olur ve bir cehennemin içinde çıkış yokmuşçasına debelenir dururuz.

Lao Tzu’nun da dediği gibi:

Tüm insanlığı uyandırmak istiyorsan, önce kendini uyandır.

💡 Kapanış

Kendini tanımak ve sadakatle ona bağlı kalmak, hem bireysel dönüşümün hem de toplumsal değişimin temelini oluşturur. 

Felsefi, bilimsel ve kültürel açılardan ele aldığımızda, gerçek özgürlük ve otantik ilişkilerin yolu, içsel farkındalıkla çizilmiş sağlıklı sınırlardan geçiyor. 

Kendine sadakat, dışa dönük bir devrimin ilk adımıdır.

📘 Bir sonraki yazımda, bu içsel dönüşümün dış dünyayla kurduğumuz bağlara nasıl yansıdığını ve “mutluluk” ile “bilinçli yaşam” arasındaki ilişkiyi birlikte keşfedeceğiz.

🫶 O zamana kadar, sevgiyle kalın.

You've successfully subscribed to Cenk Ebret Personal Website
Great! Next, complete checkout to get full access to all premium content.
Error! Could not sign up. invalid link.
Welcome back! You've successfully signed in.
Error! Could not sign in. Please try again.
Success! Your account is fully activated, you now have access to all content.
Error! Stripe checkout failed.
Success! Your billing info is updated.
Error! Billing info update failed.