Bazen içimizdeki eski bir yaranın kaşınmasından, bazen sevdiğimiz birinin bir cümlesinden, hatta bazen sadece bir tavırdan ötürü duygusal olarak kendimizi kötü hissederiz.
Bu kötü hisleri, bir iletişim sonucu ortaya çıktıysa o kişiyle, değilse de en yakınımızla paylaşsak mesela…
Bu durum bizi zayıf mı gösterir?
Hepimize olmuştur “hislerinden emin olamama” hissiyatı.
Ya yanlış anladıysak? Ya kendimizi zayıf gösteriyorsak?
Hislerimizi açık şekilde paylaşırsak karşımızdaki kişi ile bir yakınlık oluşacağını bilmemize rağmen, hep bir aklımıza gelir, “paylaşsam mı ya?”, “yok ya ne gerek var, çaktırmayayım tadımız kaçmasın!” diye düşünür dururuz.
Bu yazıda, bir taraf tutmaksızın duygusal açıklığın olumlu ve olumsuz yönlerini birlikte incelemeye çalışacağız.
Hadi başlayalım.
Konunun Felsefi ve Bilimsel Arka Planı
Felsefi bakış açısı:
Martin Buber – “Ben-Sen” İlişkisi:
(1*)
Diyalog felsefesi ile tanınan Avusturya doğumlu Yahudi asıllı bir filozof, düşünür ve yazar olan Martin Buber, insan ilişkilerini iki temel eksende tanımlar: Ben ile O ve Ben ile Sen.
Ben ile O ilişkisi, karşıdakini bir nesne gibi gördüğümüz, daha yüzeysel ve işlevsel ilişkilerdir. Burada diğer kişi, amaçlarımıza hizmet eden bir “araç” konumundadır.
Ben ile Sen ilişkisi ise çok daha derindir; karşımızdaki kişiyi bir özne olarak görmeyi, yani onu bütün varlığıyla kabul etmeyi gerektirir.
Duygusal açıklık tam da bu noktada belirleyici bir rol oynar. Çünkü karşımızdakine içimizi açtığımızda (hem kırılganlığımızı hem de içtenliğimizi ortaya koyduğumuzda) onu “o” olarak görmeyi bırakır, bir “sen” olarak görmeye başlarız.
Buber’e göre, gerçek bağ yalnızca bu Ben ile Sen arasında kurulabilir. Duygularımızı gizlediğimizde, aslında ilişkiyi “Ben ile O” düzeyinde tutar, o kişiyle aramızda ister istemez bir mesafe yaratırız. Ama duygularımızı açık bir şekilde gösterdiğimizde, her iki taraf da kendini daha hakiki, daha bütünleşmiş hisseder.
Bu bakış açısından bakacak olursak, duygusal açıklık sadece bir “paylaşım” değil, aynı zamanda bir varoluş biçimi halini alır.
Karşımızdakini ciddiye almak, ona kendi hakikatimizi sunmak ve ondan da aynı açıklığı beklemek.
Jean-Paul Sartre ve “Öteki’nin Bakışı”
(2*)
Jean-Paul Sartre (1905–1980), Fransız varoluşçu filozof, yazar ve oyun yazarıdır.
Onun felsefesinin merkezinde özgürlük, sorumluluk ve ötekiyle karşılaşma vardır.
Sartre’a göre biz kendimizi, sadece kendi bilincimizle değil, aynı zamanda başkalarının bizi nasıl gördüğüyle de deneyimleriz. Bunu ünlü kavramıyla “Öteki’nin bakışı” olarak adlandırır.
Gündelik bir örnek düşünmeye çalışalım:
Odanın ortasında tek başımıza, rahat bir halde olduğumuzu düşünelim. Üstümüz başımız derli toplu değil mi? Önemi yok. Absürt bir şekilde mi oturuyoruz? Sorun değil. Sonuçta sadece biz varız ne farkeder ki?
Ama biri içeri girip bizi gördüğü anda artık davranışlarımızın farkına varırız, kendimizi başka bir gözle değerlendiririz. Toparlanırız, nasıl göründüğümüz, halimiz tavrımız artık bir önem kazanır.
İşte bu an, hem özgürlüğümüzü (çünkü artık kendimizi nasıl göstereceğimize karar vermek zorundayız) hem de kırılganlığımızı (çünkü yanlış anlaşılabilir, küçümsenebiliriz) ortaya çıkarır.
Duygusal açıklık da böyledir. İçimizi açtığımızda, Sartre’ın dediği gibi, sadece kendi gözümüzden değil, karşımızdakinin gözünden de var oluruz.
Bu bizi daha gerçek biri yapar ama aynı zamanda daha savunmasız hissetmemize de yol açar.
Simone de Beauvoir – Karşılıklılık ve Duygusal Açıklık
(3*)
Simone de Beauvoir, varoluşçu düşüncenin en önemli isimlerinden biridir. Onu sadece Sartre’ın “eşlikçisi” olarak görmek büyük bir haksızlık olur; çünkü özellikle etik, özgürlük ve kadınların toplumdaki konumu üzerine geliştirdiği fikirler, 20. yüzyıl felsefesine damgasını vurmuştur.
Beauvoir’a göre, insan varoluşu temelde ilişkisel bir yapı taşır.
Ona göre biz yalnız başımıza “tam” bir varlık değiliz; kendimizi anlamamız, ancak başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler aracılığıyla mümkündür.
Fakat bu ilişkilerde temel bir gerilim vardır:
Çünkü her birimiz kendi özgürlüğümüzü yaşamak isteriz, ama adil bir yaklaşım olması için karşımızdakini de aynı kendimiz gibi özgür bir özne olarak tanımak zorundayızdır.
Karşılıklılık bu noktada devreye girer. Eğer duygusal açıklık sadece tek taraflı olursa, yani bir taraf içini açarken diğer taraf sessiz kalır ya da kendini kapatırsa, bu bir tür “nesneleştirme”ye dönüşür.
Açıklık, samimi bir paylaşım değil, bir tarafın diğerine yüklenmesi halini alır.
Beauvoir için gerçek açıklık, karşılıklı olması kaydı ile mümkündür. Ben seni bir özne olarak kabul ettiğimde ve sen de beni öyle gördüğünde, duygusal paylaşım eşitlik ve özgürlüğün zemini üzerinde gerçekleşir.
O zaman açıklık, bizi zayıflatmak yerine güçlendirir, çünkü hem kendimizi ortaya koyarız hem de karşımızdakinin aynı açıklığıyla dengeleniriz.
Bu yüzden Beauvoir’ın mesajı şudur:
Açıklık sağlıklı olduğunda iki yönlüdür. Bir tarafın sürekli “açılan”, diğerinin sürekli “dinleyen” olduğu ilişkiler dengesizleşir.
Gerçek bağ, ancak karşılıklı açıklık ve eşit özgürlükle kurulur.
Bilimsel bakış açısı:
Psikoloji’de Duygusal Açıklık, Güven ve Reddedilme Riski
Psikolojide “self-disclosure” yani kendini açma, ilişkilerde güvenin inşa edilmesinde kilit bir unsur olarak görülür.
Birine duygularımızı, korkularımızı, umutlarımızı açtığımızda aslında ona şunu deriz: “Sana güveniyorum. Senin yanımda zayıf tarafımı çekinmeden, korkmadan gösterebilirim.” Bu da, ilişkilerde bağlanmayı güçlendirir.
Fakat o iş orada kalmaz.
Duygusal açıklık, aynı zamanda bir reddedilme riskini beraberinde taşır. Çünkü içimizi açtığımızda karşımızdaki kişinin bizi anlamaması, küçümsemesi ya da uzaklaşması ihtimali hep vardır. Bu nedenle insanlar çoğu zaman açıklık ile gizleme arasında gidip gelir.
Burada John Gottman’ın evlilik araştırmaları (4*) çok çarpıcıdır. Gottman, binlerce çiftin etkileşimlerini laboratuvar ortamında incelemiş, konuşmalarını, kalp atışlarını, mikro yüz ifadelerini analiz etmiştir.
Sonucunda ortaya şu tarz bulgular çıkmış:
Sağlıklı ve uzun ömürlü ilişkilerin en önemli göstergelerinden biri, partnerlerin birbirine duygusal olarak açık olmasıdır.
Çiftler tartışmalarında bile duygularını ifade edebildiklerinde (öfke, kırgınlık, hayal kırıklığı), bu açıklık uzun vadede ilişkiyi güçlendirmiştir.
Tersine, sürekli duygularını saklayan ya da bastıran çiftlerde zamanla mesafe artmış, ilişkiler kopma noktasına gelmiştir.
Psikoloji sanki bize basit ama derin bir şey söylüyor gibi:
Duygusal açıklık olmadan güven olmaz. Güven olmadan da hiçbir ilişki uzun vadeli yaşayamaz.
Nörobilim: Beynin Açıklıkla Verdiği Tepki
Nörobilim bize gösteriyor ki duygusal açıklık, sadece psikolojik değil, biyolojik olarak da hayatî bir süreç.
Birine güvenip içimizi açtığımızda beynimizde oksitosin salgılanıyor; bu da hormonal bağlılığı ve yakınlığı artırıyor. (5*) Ancak ortam güvenli değilse, tehdit algısı baskın çıkıyor ve kortizolümüz yükseliyor. Böyle anlarda duygusal açıklık, güveni artırmak yerine stres kaynağına dönüşebiliyor.
Duygusal açıklık anlarında beyinde salgılanan en önemli hormonlardan biri oksitosindir. “Bağlılık hormonu” ya da “güven hormonu” olarak da bilinir.
Karşımızdakiyle samimi bir paylaşım yaptığımızda, dokunma ya da göz teması kurduğumuzda oksitosin seviyemiz artar. Bu da hem güveni hem de duygusal bağı güçlendirir.
Açıklık ve karşılıklı paylaşım, beynin ödül sistemini de harekete geçirir. Dinlenildiğimizi hissettiğimizde dopamin salgılanır ve bu, açıklığı bir “iyi his” deneyimi haline getirir.
Hep olumlu kısımları konuşmayalım, biraz da olumsuz taraftan bakmaya çalışalım…
Eğer duygusal açıklığımız tehdit, yargılanma ya da reddedilme ihtimaliyle karşılaşırsa, beynimiz stres hormonu olan kortizol salgılar.
Bu durumda açıklık, güven yerine kaygı yaratır. O yüzden bazen “kendimi açtığımda kötü hissettim, keşke açmasaydım” deriz; aslında bu, nörobiyolojik bir savunma mekanizmasıdır.
Sözün özü şu ki, duygularımızı güvenli bir bağlamda açtığımızda bize huzur verir, rahatlatır, dertlerimizden arındırır, güveni artırır. Ama güvensiz bir ortamda açtığımızda bizim için stresli ve zarar verici bir hale gelebilir.
Toplumsal / Kültürel bakış açısı
Duygusal açıklık, özellikle bizim gibi ülkelerde sadece bireysel bir tercih olmakla kalmaz. Toplumsal cinsiyet rollerinden de derinden etkilenir. Birçok kültürde erkekler için “duygularını belli etmemek” güç ve olgunlukla özdeşleştirilirken, kadınların duygularını ifade etmesi çoğu zaman “abartı” ya da “aşırı hassasiyet” ve hatta bazen “ilgi düşkünlüğü” olarak etiketlenir.
Bu üstü örtülü kısıtlamalar yüzünden erkekler duygularını bastırmaya, bir maske yardımıyla kaba ve höt höt görünmeye, kadınlar ise duygularını ifade ettiklerinde küçümsenmeye, itilmeye, ötekileştirilmeye alışır.
Oysa araştırmalar, duygularını rahatlıkla paylaşabilen erkeklerin daha sağlıklı ilişkiler kurduğunu; duygularını öyle ya da böyle bastırmak zorunda bırakılan kadınların ise daha yüksek anksiyete ve depresyon riski ile yaşadıklarını gösteriyor.
Yani mesele sadece “duyguları açmak sağlıklıdır / sağlıksızdır” tartışması değil; kime, hangi koşulda açıklık izni verildiğidir ve bizim bu izinlere uyup uymamamız durumunda başımıza gelenlerle de alakalıdır.
Gerçek duygusal açıklık, toplumsal cinsiyet kalıplarının ve anlayışlarının ötesinde, herkes için aynı derecede güvenli ve değerli hale geldiğinde anlam kazanır.
Gerçek Problem ve Çözüm Önerileri
Yanlış giden ne?
Bazen duygularımızı paylaşmamayı seçiyoruz, bazen de paylaştığımızı sanıyoruz ama aslında onları ifade etmek yerine farkında olmadan bir tepki olarak yansıtıyoruz.
Benim kanaatim şu ki, kendi duygularımızdan öncelikle kendimiz sorumluyuz. Eğer duyguları açmayı, tepki vermek için bir özgürlük alanı olarak görüyorsak, bu yanılgıdan vazgeçmeliyiz.
Önce duygularımızı tanımalı, anlamaya çalışmalı, sonra da doğru bir iletişimle karşımızdaki kişinin de bir insan olduğunu unutmadan, onu kırmadan, üzmeden, yıpratmadan paylaşabilmeliyiz.
Bu çerçeveyi netleştirdikten sonra, artık asıl soruya geçebiliriz: Duyguları açmak mı yoksa gizlemek mi daha iyidir?”
Duygusal açıklık her zaman iyi midir?
Duygusal açıklığı genellikle “iyi” bir şeydir diye biliriz. Açık ol, içindekini dök, paylaş, saklama. Bu yaklaşımda haklı bir pay vardır; açıklık güveni ve yakınlığı artırabilir. Fakat “her durumda açıklık iyidir” düşüncesi bizi hataya sürükleyebilir.
Çünkü fazla duygusal açıklık da kimi zaman karşı taraf için yük ve baskı haline gelebilir.
Karşımızdaki kişi duygularımızı açmamıza hazır değilse, sınırlarını aşarsak ya da kendi içsel sürecini tamamlamadan ona fazlasıyla yüklenirsek, açıklık köprü kurmak yerine boğucu bir duvar haline gelebilir.
Örneğin, yeni tanıştığımız birine en derin travmalarımızı anlatmak ya da partnerimize her an aklımızdan geçen “tüm duyguları” aktarmak, samimiyet değil, çoğu zaman karşı tarafı bunaltan bir açıklık biçimidir. Bu durum, ilişkide “fazla yük bindirildiği” hissini doğurur ve güveni artırmak yerine azaltabilir.
Psikolojide buna duygusal patlama denir. Duyguların yoğun ve kontrolsüz şekilde paylaşılması (öfke nöbetleri, ağlama krizleri), hem anlatanı savunmasız bırakır hem de dinleyende “ben bu kadar yükü kaldıramam” duygusu yaratır.
Dolayısıyla asıl mesele, duygusal açıklığın zamanlaması ve dozudur. Sağlıklı duygusal açıklık, karşımızdakinin sınırlarını gözeten, bağlamına uygun ve karşılıklılıkla dengelenmiş bir açıklıktır.
O zaman duyguları gizlesek daha mı iyi?
Toplumda sıkça karşımıza çıkan bir inanç vardır: “Duygularını belli etme, güçlü ol. İçinde tut, kimseye gösterme.” Bu klişe, özellikle çocuklukta bize öğretilir ve yetişkinlikte de davranış kalıplarımıza yerleşir.
Kısa vadede duygularımızı gizlemek sanki bir “korunma kalkanı” gibi işler. Tartışmaları önler, yüzleşmelerden kaçmamızı sağlar, dışarıya “kontrollü” bir görüntü verir. Ancak uzun vadede sırtımıza yük olurlar.
Mesafe yaratırlar
Bastırılan duygular ifade edilmedikçe hem içimizde büyürler, hem de ilişkilerimizde görünmez bir duvar örülmesine sebep olurlar.
Karşı taraf bizi anlamakta zorlanır, biz de anlaşılmadığımız hissiyle içten içe yabancılaşırız.
İçsel kopukluk
Kendimizi sürekli “rol yaparken” buluruz. Ne hissettiğimizi söylemeyip, “her şey yolunda” maskesi taktıkça gerçek benliğimizle bağımız zayıflar, zihnimiz kendini bu şekilde kandırabilse de bedenimizi kandıramaz, stres olur, kortizol içinde kalırız.
Sağlık üzerindeki etkiler
Araştırmalar (6*), duyguları kronik biçimde bastırmanın stres hormonlarını artırarak hem zihinsel hem de bedensel sorunlara (anksiyete, depresyon, bağışıklık sisteminin zayıflaması) yol açtığını gösteriyor.
Asıl sorun, gizlenen duyguların kaybolması bir yana bir de üstüne üstlük içimizde birikerek büyümesi. Bastırılmış duygular gün gelir patlama olarak ortaya çıkar; gizlenen duygular kronik bir yorgunluk, depresyon ya da umutsuzluk hissine dönüşebilir.
Bu nedenle “duygular gizlenmeli” klişesi, bizi güçlü kılmak yerine yalnızlaştırır. Sağlıklı ilişkilerin temeli, duyguları bastırmak değil, onları uygun zamanda ve yapıcı bir şekilde ifade edebilmektir.
Çözüm Önerileri
Sağlıklı Sınırlar
Duygusal açıklık ne tamamen kapalı kalmak ne de her şeyi ölçüsüzce ortaya dökmektir. Asıl yapılması gereken, sağlıklı sınırlar kurabilmektir.
Dozunda açıklık
Duygusal açıklığın değerli olabilmesi için dozunda olması gerekir. Ne demiş eskiler, her şeyin fazlası zehirdir. Karşımızdaki kişi hazır değilken bütün iç dünyamızı onun omuzlarına yüklemek, güveni artırmaz; aksine mesafe yaratır.
Güvenli ilişkiler
Duyguları paylaşmanın en uygun zemini, güvene dayalı ilişkiler ve güvenli alanlardır. İçimizi kime açtığımız, en az açtığımız şey kadar önemlidir.
Kendi sorumluluğumuz
Paylaşım yapmadan önce “Bunu niçin anlatıyorum? Bu paylaşım bana da karşı tarafa da iyi gelecek mi?” sorusunu kendimize sormak, sınırlarımızı netleştirir.
Sağlıklı sınırlar, açıklığı kısıtlamaz; onu daha anlamlı kılar. Çünkü duygusal açıklık, ancak doğru kişiyle, doğru zamanda, doğru dozda olduğunda güveni derinleştirir.
Empatik Dinleme: Açıklık Sadece Söylemek Değil, Karşıdakine Alan Açmaktır
Çoğu zaman duygusal açıklığı “konuşmak, paylaşmak, içimizi dökmek” sanırız. Oysa açıklığın sağlıklı olabilmesi için tek yönlü değil, çift yönlü bir süreç olması gerekir.
Empati kurmak
Karşımızdaki kişinin ne söylediğini tam olarak dinlemek ve duygularını anlamaya çalışmak, açıklığın en önemli tamamlayıcısıdır. Açıklık sadece “ben anlattım, rahatladım” demek değildir; aynı zamanda “seni dinliyorum, senin duygularına da alan açıyorum” demektir.
Yargısız alan
Birini dinlerken hemen çözüm sunmaya ya da eleştirmeye çalışmak yerine, yargısız bir alan bırakmak güveni artırır. Dinlenen kişi, “anlaşıldım” duygusunu hissettiğinde daha da açılabilir.
Sessizliğin gücü
Bazen açıklığı besleyen şey söylenen sözler değil, yanımızdaki kişinin sessizce, dikkatle, gerçekten kulak vermesi ve bizim de bunu fark etmemizdir.
Karşı tarafı can kulağıyla dinlemek, açıklığı bir monolog olmaktan çıkarır, diyalog haline getirir. Martin Buber’in dediği gibi gerçek ilişki, “Ben” ve “Sen”in karşılıklı varlığıyla kurulur. Bu yüzden duygusal açıklık kadar dinlemek de duygusal açıklığın bir parçasıdır.
İfade Yolları: Açıklık Sadece Sözle Olmaz
Duygusal açıklık denildiğinde akla genellikle sözcükler gelir. Hislerimizi paylaşmak, anlatmak, konuşmak… Oysa açıklığın tek yolu dil değildir. İnsan, duygularını sanatla, beden diliyle ve ortak ritüellerle de ifade edebilir.
Sanat
Müzik, resim, yazı ya da dans gibi sanatsal yollar, çoğu zaman sözcüklerin taşıyamadığı duyguları aktarır. Bir melodi, bir fırça darbesi veya yazılan birkaç satır, “ben buyum, içimde bu var” demenin en doğal şeklidir.
Araştırmalar, sanatın aynı zamanda beynin ödül merkezini (dopamin, oksitosin) aktive ederek paylaşım ve bağ kurma duygusunu güçlendirdiğini gösteriyor.
Beden dili
Sessizce yapılan bir dokunuş, göz göze gelmek ya da bir tebessüm, çoğu zaman uzun bir konuşmadan daha açıklayıcıdır.
Duygular bedenimizde yaşanır ve bedenimiz aracılığıyla dışarıya taşar. Karşı tarafla kurulan bu sözsüz açıklık, güveni artırır ve “seninle buradayım” mesajını verir.
Ortak ritüeller
İnsanlık tarihi boyunca duygusal açıklık çoğu kez ritüeller aracılığıyla yaşatılmıştır (birlikte yemek yemek, şarkı söylemek, dini törenlere katılmak ya da sadece dostlarla kahve içmek)… Bu küçük ritüeller, sözcüklere ihtiyaç duymadan duygusal bağları derinleştirir.
Sonuçta, açıklık yalnızca ne söylediğimizle değil, nasıl yaşadığımızla ilgilidir. Sözcüklerle ifade edemediğimiz birçok duygu, sanatla, bedenle ya da ritüellerle de paylaşılabilir ve bu da ilişkilerde başka bir derinlik yaratır.
Duygusal açıklığın gücünü en derinden hissettiğim anlardan birini askerlikte yaşamıştım.
Kısa dönem askerlik yaptığım sırada, farklı birimden Mert isimli bir arkadaşım yemin sonrası birkaç günlük izin alabileceğini söylemişti, ama bizim komutan izin vermiyordu. Ben de isim vermeden komutana, “Komutanım, diğer arkadaşlar izin alabilmiş, biz alamadık. Bunun sebebi nedir?” diye sormak gafletinde bulundum.
Tam o sırada kapı çaldı, içeri Mert’in komutanı girdi. Bizimki, kıdemin de verdiği güçle, biraz şaka biraz ciddi şekilde diğer komutana dönüp, “Siz ne gevşek adamlarsınız, askerlere izin vermişsiniz; şimdi bunlar bize niye adaletsizlik yapıyorsun diyor” diye çıkıştı. Olay bir anda büyüdü.
Yemekte Mert’in yüzü asıktı. Komutanı herkesin içinde ağza alınmayacak laflarla onu aşağılamış. Kadınlara yönelik ayrımcı ifadeler kullanarak hakaret etmiş. Mert köpürüyordu: “Bunu kim söylediyse bulucam, ağzını burnunu kırıcam!” diye.
O an yerin dibine girdim. Boğazım düğümlendi, ağzımdan lokma geçmedi. Yemek bittiğinde bu yükü daha fazla taşıyamadım. Mert’i kenara çektim ve “Beni ister tokatla, ister kız, istersen hayatından çıkar… ama bilmeni isterim ki sebebi benim” dedim, yaşanan olayı ve hislerimi ona en ince ayrıntısına kadar anlattım.
Mert bana o gün bir sarıldı... O gün bugündür kardeş olduk. Aramızdan su sızmaz.
Sonuç ve Okuyucuya Mesaj
Duygusal açıklık, hayatımızdaki en büyük paradokslardan biridir.
Bir yandan, kurduğumuz ilişkilerin en sağlam köprüsü görevini üstlenir. İçimizi açtığımızda gerçek yakınlık başlar; karşı taraf bizi yalnızca “davranışlarımız” ya da “maskelerimiz” üzerinden değil, tüm kırılganlığımızla görebilir.
Ama diğer yandan, duygusal anlamda açık olmak aynı zamanda en büyük sınavımızdır. Çünkü açıldığımızda reddedilme, yanlış anlaşılma ya da yaralanma ihtimalini de göze alırız.
İşte bu yüzden açıklık cesaret ister. Ve bu cesaret, her zaman yüksek sesle konuşmakta değil; bazen tam aksine, doğru kişiye, doğru zamanda, doğru dozda kendimizi paylaşabilmekte yatar.
Bu soru da siz sevgili okuyucularıma gelsin o zaman…
Duygusal açıklık mı sizi daha çok zorluyor, yoksa duygularınızı gizlemek mi?
Unutmayalım, açıklık tek başına nihai bir çözüm değildir. Asıl mesele, bu açıklığın nereye evrildiğidir.
Bir sonraki yazımda işte bu soruya odaklanacağız:
“Duygusal açıklığın ötesinde, ilişkilerde ortak bir anlam nasıl yaratılır?”
Çünkü bazen açıklık yeterli olmaz; önemli olan, açıklığın dönüştüğü anlam dünyasıdır.
O zamana kadar, sevgiyle kalın.
Kaynakça:
- Martin Buber – I and Thou (1923)
- Jean-Paul Sartre – Being and Nothingness (1943)
- Simone de Beauvoir – The Second Sex (1949)
- John Gottman – The Seven Principles for Making Marriage Work (1999)
- Paul Zak – The Moral Molecule (2012)
- Gross, J.J. (1998). The Emerging Field of Emotion Regulation