Duygusal Açıklığın Ötesinde: İlişkilerde Ortak Anlam Yaratmak

Kafamızda şöyle bir ilişki hayal edelim: Bu ilişkide her iki taraf da duygularını dürüstçe dile getiriyor olsun.

Biri, “Ben sana bir şey anlatırken beni geçiştiriyorsun, bu beni üzüyor” desin. Diğeri ise, “Seni defalarca dinliyorum ama bir kez kafam dağınık oluyor, hemen darılıyorsun. Bu da beni üzüyor” diye karşılık versin.

İki taraf da duygularını açtı, peki sonuç hoşumuza gitti mi? Beklenen yakınlık yerine, küçücük bir pürüz belki de bir uçuruma dönüştü.

O halde kendimize şunu soralım: Yalnızca duygularımızı paylaşmak neden bazen yetmez? Bir ilişkide gerçek bağın ağlarını nasıl örebiliriz?

Hepimizin hayatında “aynı şeyi konuşuyoruz ama anlaşamıyoruz” dediğimiz anlar olmuştur. Bu yazıda, duygusal açıklığın ötesine geçip, ilişkilerde ortak bir anlam dünyasının nasıl kurulabileceğini beraberce irdelemeye çalışacağız.


Felsefi ve Bilimsel Arka Plan

Felsefi perspektif:

Hans-Georg Gadamer - Ufukların Kaynaşması

(1*)

Felsefesini “anlamanın sanatı” üzerine kurmuş olan 20. yüzyılın önemli Alman filozoflarından Gadamer, hermenötik (yorumbilgisi) geleneğin en önemli temsilcilerindendir. 

O, anlamı tek başına bireyin zihninde var olan bir şey olarak görmez; farklı bakış açılarının karşılaşmasıyla ortaya çıktığını iddia eder. 

Ufukların kaynaşması derken “ufuk” diyerek kastettiği şey, kişinin kendi tarihsel, kültürel ve kişisel birikiminden doğan anlam alanıdır.

İki insan karşılaştığında, her biri kendi ufkunu masaya koyar. Eğer taraflar sadece kendi ufkuna sıkışıp kalırsa, birbirini gerçekten anlayamazlar. 

Ama karşılıklı diyalogda, bu ufuklar kaynaşmaya başlar…

Ben kendi geçmişim, deneyimim ve önyargılarımla senin ufkunu karşılarım; sen de kendi birikiminle benim ufkuma dokunursun. Ortaya çıkan şey, ikimizin de tek başına sahip olmadığı yeni bir anlamdır.

Bunu ilişkilere uygulayacak olursak şunu görürüz.

Duygusal açıklık, aslında sadece kendi hislerimizi ortaya koymak demektir. Fakat “ortak anlam” dediğimiz şey, bu hislerin ötesine geçip benim duygularım ile senin duygularını, benim değerlerim ile senin değerlerini buluşturabilmektir.

Gadamer’in söylediği gibi, gerçek anlaşma “senin haklı çıkman” ya da “benim kazanıyor olmam” değildir; ikimizin de ufkunun genişlemesi, ortak bir anlam alanı yaratabilmemizdir.


Emmanuel Levinas - Ötekinin varlığını kabul etmenin etik bir zemin yaratması.

Fransız filozof Emmanuel Levinas (1906–1995), felsefesini bütünüyle “öteki insan” üzerine kurar. Ona göre batı felsefesi yüzyıllar boyunca hep “ben” odaklı olmuştur….

“Ben kimim, ben nasıl bilirim, ben nasıl özgür olurum?” 

Levinas ise soruyu tersine çevirip bakmıştır: 

“Benim özgürlüğüm, ötekiyle karşılaştığımda ne hale gelir?”

Levinas’ın meşhur kavramı “yüz”dür. 

Ona göre karşımızdaki insanın yüzü bize doğrudan şöyle bir çağrı yapar: “Beni öldürme, bana zarar verme, bana sorumlulukla yaklaş.” (2*)

Bu çağrı, herhangi bir yasa ya da kuraldan önce gelir. Yani etik, kitaplarda yazan bir “ahlak kuralı” değil, karşımızdaki insanın varlığıyla kurduğumuz canlı bir ilişkidir. (3*)

İlişkiler bağlamında bir bakış atacak olursak bu bize şunu gösterir:

Duygularımızı açmak tek başına yeterli değildir. Çünkü sadece “ben” merkezli kalır… Ben üzüldüm, ben kırıldım, ben sevindim…

Oysa gerçek bağ, ötekinin de duygularını, varlığını ve kırılganlığını kabul etmekle başlar. Karşımızdakinin varlığını tanıdığımızda, açıklığımız artık etik bir zemine oturmuş olur. Bu sayede sadece içimizi dökmen yeterli olmadığını fark eder, ötekine karşı sorumluluk almanın gerekliliğinin de farkına varırız.

Bir tartışmada sadece “ben çok kırıldım” demek, duygularımızı açmaktır. Ama “ben kırıldım ama senin de baskı altında olduğunu görüyorum” diyebilmek, Levinas’ın kastettiği etik karşılaşmadır. Orada ötekinin varlığı kabul edilmiş olur.


Yani Levinas bize şunu söylüyor:

İlişkilerde ortak anlam, sadece karşılıklı duyguların paylaşılmasından değil, ötekinin varlığını etik bir sorumluluk olarak görmemizden doğar.


Paul Ricoeur - Anlatının gücü

Fransız filozof Paul Ricoeur (1913–2005) bize şunu hatırlatır: İnsan dediğimiz varlık sadece yaşadığı olaylardan değil, o olayları nasıl anlattığından oluşur. Hepimiz kendi hikâyemizi anlatarak kimliğimizi kurarız.

Ricoeur’a göre anlatı (narrative) sadece geçmişi aktarmak değildir; yaşadıklarımızı bir bütün haline getirme, parçaları birbirine bağlama ve “ben kimim” sorusuna cevap verme biçimidir. (4*)

Peki bu ilişkiler için ne demek?

Bir çift düşünelim: Başta her birinin kendi ayrı hayat hikâyesi vardır. Ama ilişki ilerledikçe ortak anılar, ritüeller, şakalar, hatta acılar bir “ortak hikâye”ye dönüşür. İşte bu ortak anlatı, sadece iki bireyin yan yana gelmesi değil, aynı zamanda “biz” olmanın temelidir. (5*)

Yani “Ben kendi içimi, duygularımı sana açarım; ama ortak anlam dediğimiz şey, seninle beraber kurduğumuz hikâyedir.” diyor. 

Bir gün hatırladığımızda “bizim hikâyemiz” diyebildiğimiz şey, ilişkiyi ayakta tutacak olan şeydir.

İlişkilerde kimlik, sadece bireysel benliklerden değil, paylaşılan ortak anlatılardan doğar.


Bilimsel Perspektif 

Sosyal Psikolojide Ortak Gerçeklik Kuramı (Shared Reality Theory)

İnsanı yalnızca bireysel inanç ve duygularıyla tanımlamanın yeterli olabileceğini düşünmüyorum. Biz aslında kendimizi, kendi gerçekliğimiz kadar başkalarıyla paylaştığımız gerçeklikler içinde de buluruz. 

Ortak gerçeklik kuramı bize şunu söylüyor: Bağ kurmanın en güçlü yolu, aynı anlam dünyasını paylaşmaktır. (6*)

Günlük hayattan düşünelim…

Bir şeye güldüğümüzde, yanımızdakinin de aynı şeye gülmesi bize hemen “yakınlık” hissi verir. 

Ya da bir olaya aynı şekilde öfkelenmek, aynı değerlere sahip olduğumuzu düşündürür. Bu sadece hoş bir tesadüf değildir; beynimiz, paylaşılan duygular ve anlamlar üzerinden sosyal bir bağ kurar.

Araştırmalar gösteriyor ki, insanlar ortak bir inanç veya değer paylaştığında, aralarındaki güven artıyor, iletişim daha akıcı oluyor ve ilişkiler daha dayanıklı hale geliyor. Tersine, aynı olayı bambaşka şekillerde yorumlayan kişiler arasında zamanla “biz farklı dünyalardayız” hissi gelişiyor, bu da o kişilerin birbirinden uzaklaşmasına sebep oluyor.

İlişkiler bağlamında baktığımızda şunu görürüz:

Duygularımızı açmak önemlidir, ama ortak bir gerçeklik kurmazsak eksik kalır. Yani sadece “ben böyle hissediyorum” değil, “biz bu olayı nasıl anlıyoruz, bizim ortak dilimiz ne” sorusu da sorulmalıdır. 

Ortak gerçeklik, ilişkilerin uzun vadeli sağlamlığı için duygusal açıklığın ötesinde ikinci bir sütun gibidir.


Nörobilim: Ayna Nöronlar

1990’larda Parma Üniversitesi’nde yapılan deneylerde bir grup nörobilimci, maymunların beyninde ilginç bir olaya tanık oldu. 

Maymun kendi eliyle bir muz alıp yediğinde ateşlenen nöronlar, maymun sadece başka birinin muz yediğini izlediğinde de aynı şekilde ateşleniyordu. (7*)

Yani hayvan, başkasının yaptığı eylemi sanki kendi yapıyormuş gibi “yaşıyordu”. Bu hücrelere “ayna nöronlar” adı verildi.

İnsanda da benzer bir sistem var. 

Karşımızdaki esnediğinde bizim de esnememiz, birinin ağladığını görünce boğazımızın düğümlenmesi, hatta bir futbolcunun ayağı kırıldığında sahadaki acıyı biz izlerken hissetmemiz… (8*)

Bunların tümü ayna nöronların çalışmasının sonucu.

Bu mekanizmanın ilişkiler açısından önemi büyük:

Ayna nöronlar sayesinde, başkasının davranışını ve duygusunu yalnızca “gözlemlemiyoruz”; kendi bedenimizde ve beynimizde de bir yankısını yaşıyoruz.

Bu, empati kurabilmemizin biyolojik zemini. Karşımızdaki kişinin sevinci de hüznü de bize “bulaşabiliyor”.

Böylece yalnızca kelimelerle değil, sinir sistemlerimizle de birbirimize bağlanıyoruz.

Buna ilişkiler açısından bakacak olursak şunu görüyoruz:

Bir çift düşünelim. Partnerlerden biri işe dair büyük bir stresle eve gelmiş, yüzünden, bedeninden, ses tonundan belli, suratı asık, morali yerlerde, bezgin bir halde olsun. 

Eşi o an hiçbir şey duymasa bile kendi içinde huzursuzluk hissedebilir. Bunun sebebi yalnızca “duygusal sezgi” değil; beynimizin ayna nöronları sayesinde o stresin bizde de fizyolojik bir karşılık bulmasıdır.

Bu bize şunu gösteriyor: Duygularımızı açmasak bile, bedenlerimiz zaten birbirimizi okuyor. Ortak bir bağ, yalnızca sözcüklerle değil, sinir hücrelerimizin bu yansıtma kapasitesiyle de kuruluyor.

Uzun lafın kısası, ortak anlam arayışı sadece kültürel ya da psikolojik bir mesele değildir; beynimizin en temel işleyişine kadar uzanan ve bizi “biz” yapan bir olgudur.

İlişkilerde “senin derdini hissettim” sözü, aslında  bir metaforu değil, biyolojik bir gerçeği yansıtır.


Toplumsal / Kültürel Perspektif

Bireyselleşme Çağında “Ben” ve “Biz” Arasında Denge

Modern çağın bize dayattığı en güçlü değerlerden biri de bireysellik. Artık “kendi yolunu çizmek”, “kendi mutluluğunu aramak” ya da “kendin ol” çağrıları gündelik hayatın mottosu haline geldi. 

Bu özgürleştirici bir gelişme; çünkü insan, geleneklerin ve otoritenin sıkı bağlarından kurtulup kendi yaşamına yön verebiliyor.

Ama bireyselleşmenin de bazı yan etkileri var: “ben”i sürekli merkeze koyduğumuzda, “biz”i ihmal edebiliyoruz. İlişkilerde de bu gerilim kendini gösteriyor.

Bir yandan bağımsız, özgür, kendi kararlarını alan bireyler olmak istiyoruz. Öte yandan derin bir bağ, aidiyet ve “birlikte olma” ihtiyacı duyuyoruz.

Bu çelişki günümüzde artık nereye baksak gördüğümüz bir hal aldı. Sosyal medya kültüründe “kendini ifade etme” (self-expression) öne çıkarken, aynı zamanda herkesin derin bağlar araması tesadüf değil. 

Bireysel kimliklerimizi parlatırken, aslında bir yandan da görünür “biz”ler kurmaya çalışıyoruz: çift pozları, aile hikâyeleri, arkadaş ritüelleri…

İlişkilerde de durum çok farklı görünmüyor.

Çok fazla “ben” odaklı olmak, ortak anlam yaratmayı zorlaştırıyor; çünkü her iki taraf da kendi ihtiyaçlarını merkeze alıyor.

Fazla “biz” odaklı olmak ise bireyselliği boğuyor, kişisel alanı yok ediyor.

Sağlıklı bağ kurmanın yolu da, işte bu iki kutbun dengelenmesiyle mümkün hale geliyor.

Kendi “ben”imizden vazgeçmeden, ama “biz”in içinde de kaybolmadan, ortak bir anlam alanı yaratabilmek.

Kısacası modern toplumun ikilemi şu: Hem benzersiz bir birey olmak, hem de bir “biz”e ait olmak istiyoruz. İlişkilerde ortak anlam yaratma çabası, bu ikilemi dengeye getirme girişimidir.


Dijital İletişimde Kelime Bolluğu, Anlam Derinliğinin Azalması

Bugün elimizin altında sınırsız iletişim aracı var. Mesajlar, tweetler, yorumlar, WhatsApp grupları… 

Sözcük artık hiç olmadığı kadar bol. Hatta bazen kendimizi aynı anda birkaç farklı konuşmanın içinde bulduğumuz bile oluyor.

Ama işin ironik yanı şu: Kelime arttıkça, anlam azalıyor sanki. (9*)

Dijital ortamda hızlıca yazılan cümleler çoğu zaman yüzeysel kalıyor. Emojiler, kısaltmalar, hazır kalıplar “iletişim” gibi görünüyor ama gerçek duygunun, derin bir anlamın yerini tutmuyor, aksine yanlış anlaşılmakarı artırıyor, iletişimi baltalayabiliyor. 

O yüzden aynı kelimeyi defalarca kullanmamıza rağmen, karşımızdakine “gerçekten” ne demek istediğimizi aktaramıyoruz.

Bu durum ilişkilerde de kendini gösteriyor. 

Birine “seni seviyorum” demek, eğer günde on kez otomatik yazılan bir mesaj haline gelirse, zamanla eski etkisini yitiriyor. Aynı kelimeleri paylaşsak da, kelimelerin içlerindeki duygusal yoğunluk boşalıyor. (10*)

Dijital çağda bağ kurmanın zorluğunun asıl sebebi de bu belki. Çok konuşuyoruz ama az anlaşıyoruz. Kelime bolluğu var ama ortak anlam eksikliği daha da derinleşiyor.

İşte bu yüzden ilişkilerde sadece sözcükler yetmiyor; yüz yüze temas, ortak ritüeller, paylaşılan sessizlikler bile dijital iletişimden daha çok anlam taşıyabiliyor.


Gerçek Problem ve Çözüm Önerileri

Problemler:

Duygusal Açıklığın Yanlış Anlaşılması: İçini dökmek her zaman ortak anlam kurmak demek değildir.

Çoğumuz için “duygusal açıklık” dendiğinde akla gelen şey, içimizi dökmek olur. Aklımıza geleni söylemek, hissettiğimizi pat diye paylaşmak… Ve çoğu zaman da şöyle düşünürüz: “Duygularımı açık açık paylaşırsam sorun çözülür, aramızdaki bağ güçlenir.”

Ama bu her zaman böyle işlemez. Çünkü duygusal açıklık ile ortak anlam aynı şey değildir.

İçini dökmek bireyseldir. İçimizi döktüğümüz zaman karşı tarafa söylediğimiz şey şundan fazlası değildir: “Ben böyle hissediyorum.”

Ortak anlam kurmak ise ilişkisel bir süreçtir. Duygumuzu paylaştığımız kişi ve biz beraberce açılmış olan duyguya bakıp “Biz bu duyguyu nasıl anlıyoruz, bunun bizim ilişkimizde karşılığı ne?” şeklinde ortak bir anlayışa vardığımızda bir ortak anlam yaratmış oluruz.

Aradaki farkı şöyle düşünebiliriz:

İçini dökmek, bir monologtur. Ben anlatırım, sen dinlersin. Ortak anlam kurmak ise bir diyalogtur. Ben duygumu söylerim, sen onu kendi dünyanda karşılarsın ve biz birlikte bunun üzerinden yeni bir anlam üretiriz.

Örneğin bir partner “Beni artık eskisi kadar önemsemiyorsun” dediğinde, bu duygusal bir açıklıktır. Ama diğer taraf bunu sadece bir suçlama gibi duyup savunmaya geçerse, orada yeni bir ortak anlam doğmaz.  Tam tersine, bu tarz bir duygusal açıklık çatışmayı büyütebilir. 

Ortak anlam ancak şu tarz sorular sorulduğunda ortaya çıkar: “Senin için önemsenmek ne demek? Ben seni nasıl iyi hissettirebilirim? Bu sözü hangi ihtiyacından dolayı söyledin?”

Kısacası, açıklık tek başına yeterli değildir. 

İçini dökmek sadece ilk adımdır; asıl mesele bu açıklığı, ilişkiyi büyüten bir ortak dile dönüştürmektir.


Ortak Bir Değer Dili Olmadan “Aynı Şeyleri Konuştuğumuzu Sanmak”

İlişkilerde en büyük yanılgılardan biri, aynı kelimeleri kullandığımızda aynı şeyleri kastettiğimizi sanmaktır. Oysa her kelime, arkasında taşıdığı değer ve deneyimle birlikte gelir.

Mesela “sadakat” kelimesini örnek alalım.

İlişkideki kişilerden birine göre sadakat, asla başka biriyle duygusal bağ kurmamak anlamına gelirken diğerine göre, fiziksel olarak aldatmamakla sınırlı bir anlam içeriyor olabilir.

Aynı kelime söylenir ama içerikleri farklıdır. Sonuç? “Sadakat senin için ne demek?” sorusu sorulmadığı sürece, iki taraf aslında ayrı şeyleri konuşuyor ama farkında olmuyor.

Ya da “sevgi” kelimesi üzerinden gidelim.

Birine göre sevgiyi göstermek için sık sık “seni seviyorum” demek yeterli olabilir. Yine diğerine göre sevgiyi göstermek, destek olmak, küçük jestler yapmak anlamına geliyor olabilir.

İkisi de sevgiden bahseder, ama aynı dili konuşmazlar.

Bu örnek üzerinden gidecek olursak ikisi de sevgisini gösteriyor olsa dahi ikisi de diğerinin sevgi göstermediğini düşünecektir.

İşte bu yüzden ortak bir değer dili kurmak çok kritiktir. Kelimelerin arkasındaki anlamlar netleştirilmedikçe, konuşmalar yüzeyde aynı görünür ama derinde birbirini ıskalar. Ve çoğu çatışma tam da bu “görünürde anlaşma, gerçekte farklı şeyleri kastetme” yüzünden büyür.

Kısacası: Aynı kelimeleri kullanmak, aynı dünyayı paylaştığımız anlamına gelmez. 

Ortak anlam, ancak değerlerimizi açıklığa kavuşturduğumuzda ve bunları birlikte yeniden tanımladığımızda inşa edilir.


Sessiz Varsayımların Zamanla Çatışma Üretmesi

İlişkilerde çoğu zaman bazı şeyleri söylemeye gerek duymayız. “O zaten anlıyordur”, “bunu konuşmaya ne gerek var”, “zaten böyle olması gerekmez mi?” gibi sessiz varsayımlar kurarız. Başta küçük ve önemsiz görünürler.

Ama bu varsayımlar dile getirilmedikçe farklı beklentiler gizlice büyür. Benim için “normal” olan, senin için olmayabilir. Ama ikimiz de konuşmadığımız için, farklılık fark edilmez. Bu durum zamanla hayal kırıklığına dönüşür. 

Ben “zaten böyle yapmalıydı” diye düşünürken, sen başka bir şeye inanıyor olabilirsin. Sonunda “sen beni hiç anlamıyorsun” çatışması kaçınılmaz bir hale gelir.

Yine bir örnek üzerinden gidelim.

Bir taraf için bayramlarda aile ziyareti olmazsa olmazken; diğeri içinse özel günleri baş başa geçirmek daha değerli olabilir. 

Bu gibi konular ilk başta konuşulmaz, çünkü herkes kendi varsayımını doğal ve doğru kabul eder. Ama yıllar içinde bu farklılık, büyüyen bir kırgınlığa ve çatışmaya dönüşebilir.

Ya da biri için “sevgi” sık mesajlaşmakla ölçülürken, diğeri için “özel alan tanımak” olabilir. Varsayımlar dile getirilmedikçe, iki taraf da “o beni sevmiyor” hissine kapılır.

Sessiz varsayımlar, ilişkilerin görünmez mayınlarıdır. İlk başta sorun çıkarmazlar ama biriktiğinde patlamaya hazır hale gelirler. 

Çözüm ise basit gibi görünen ama zor olan bir şeydir: beklentileri açıkça dile getirmek.

Kısacası: Konuşulmamış beklenti, ileride çatışmanın tohumu olur.


Çözüm Önerileri

Ortak Ritüeller ve Semboller Yaratmak

İlişkilerde ortak anlamın en güçlü taşıyıcıları, küçük ama sürekli tekrar eden ritüellerdir. Bunlar bazen çok basit şeylerdir.

Her sabah kahve içerken birbirine bakıp gülümsemek,

Eve gelince özel bir selamlaşma yapmak,

Haftanın bir gününü “bizim günümüz” ilan etmek,

Ya da sadece belirli bir şarkıyı birlikte dinlemek…

Bunlar dışarıdan bakıldığında önemsiz görünebilir. Ama aslında ilişkinin “biz” duygusunu ayakta tutan sembollerdir. Çünkü her ritüel, “bizim hikâyemiz”in bir parçasıdır.

Psikoloji araştırmaları da bunu destekler.

Çiftlerin ya da ailelerin kendilerine has küçük ritüelleri olduğunda, bu ilişkiler daha dayanıklı oluyor. Çünkü ritüeller sadece bir alışkanlık değil, aynı zamanda kimlik taşıyıcısıdır: “Biz buyuz, bizim bağımızın işaretleri bunlar.”

Felsefi açıdan da bu, Paul Ricoeur’ün anlattığı “ortak hikâye” kavramıyla buluşur. Ortak ritüeller, ortak anlatının yaşayan parçalarıdır. Bir nevi ilişkiye süreklilik kazandıran minik köprülerdir.

Dışarıdan kimsenin anlamadığı ama eşimizle / sevdiğimizle / kardeşimizle yaptığımız özel bir espri, yıllar sonra bile gülümsetir.

Bir çiftin kendi doğum gününü değil de, tanıştıkları günü kutlamayı tercih etmesi, onların bağını anlatan sembol haline gelir.

Zor zamanlarda bile sürdürülen küçük bir alışkanlık (mesela tartışma sonrası mutlaka el sıkışmak ya da sarılmak), ilişkinin “yeniden bağlanma” gücünü artırır.

Kısaca, ortak ritüeller, ilişkilerde görünmez iplerdir. Kelimeler tükendiğinde, işte bu küçük semboller tarafları tekrar birbirine bağlar.

John Gottman’ın “Love Maps” ve Küçük Ritüelleri

(11*)

Evlilik ve ilişki araştırmalarıyla tanınan John Gottman, uzun yıllar boyunca çiftleri laboratuvar ortamında gözlemledi. Onun en çarpıcı bulgularından biri, ilişkiyi ayakta tutan şeyin büyük romantik jestler değil, küçük ama düzenli ritüeller olduğuydu.

“Love maps” adını verdiği kavramla şunu kastediyor: Partnerinizi ne kadar iyi tanıyor, onun küçük alışkanlıklarını, korkularını, sevdiklerini ne kadar biliyorsunuz? Bu harita ne kadar detaylıysa, bağ o kadar güçlü oluyor. Ve bu bağ, çoğunlukla küçük ortak ritüellerle pekişiyor: akşam yemeğinden önce kısa bir sohbet, sabah uğurlarken yapılan minik bir öpücük, belli aralıklarla yapılan “biz” sohbetleri…

Gottman’ın araştırmalarında bu küçük ritüelleri sürdüren çiftler, kriz anlarında bile daha dayanıklı çıktı. Çünkü ortak ritüeller, tartışma ya da mesafe anlarında bile ilişkiyi hatırlatan bir “güvenli liman” işlevi görüyor. (12*)

Yani hem gündelik yaşam pratiklerinde hem de bilimsel bulgularda aynı gerçek çıkıyor karşımıza: Ortak ritüeller ve semboller, ilişkilerde ortak anlamın görünmez taşıyıcılarıdır.


Kişisel Değerleri Paylaşmak ve “Anlam Haritası” Oluşturmak

İlişkilerde çoğu zaman günlük meseleleri konuşuyoruz. İş, planlar, faturalar, alışverişler… Ama asıl bizi uzun vadede bir arada tutan şey, paylaştığımız değerler oluyor. Çünkü değerler, kararlarımızın görünmez pusulasıdır.

Bir insan için “özgürlük” en yüksek değerken, diğeri için “güvenlik” öne çıkabilir. Biri için “başarı” çok önemliyken, diğeri için “huzur” daha kıymetli olabilir. Bu farklılıklar dile getirilmediğinde, ilişkiyi sessizce yoran gerilimlere dönüşür.

“Anlam haritası” tam da burada devreye girer. Bir çift, birbirinin temel değerlerini bilip, bu değerlerin kesiştiği alanları görünür kıldığında, ilişkilerde ortak bir yön bulmak kolaylaşır.

Örnekle gidelim.

Bir taraf için “ailesine zaman ayırmak” çok önemli bir değer iken, diğeri için “kişisel gelişim” öne çıkıyor olabilir. 

Anlam haritası çıkarıldığında, bu iki değer çatışmak yerine tamamlayıcı hale getirilebilir: “Hafta sonlarının birini aileyle, birini kişisel uğraşlarla geçirelim.”

Ya da biri “macerayı” değerli görürken, diğeri “istikrarı” önemseyebilir. Farklı değerleri tanımak, orta noktayı bulmayı mümkün kılar.

John Gottman’ın araştırmalarında da (yine “love maps” bağlamında) çiftlerin birbirinin değerlerini tanımasının ilişkide dayanıklılığı artırdığı gösterilmiştir. Çünkü değerler konuşulmadığında çatışma üretir; konuşulduğunda ise ortak anlam için bir haritaya dönüşür.

Kısaca, ilişkilerde ortak anlam, kişisel değerlerin paylaşılmasıyla başlar. “Senin için ne kıymetli?” sorusu sorulmadan, gerçek bir “biz” dili kurmak mümkün değildir.


Etkin Dinleme + Yeniden Çerçeveleme: Karşı Tarafın Söylediğini Teyit Ederek Ortak Bir Dil Geliştirmek

Çoğu zaman biri konuşurken biz aslında tam anlamıyla dinlemiyoruz; ya o sırada kafamızın içinde bir cevap hazırlıyoruz ya da kendi bakış açımızın filtresinden geçiriyoruz. Bu yüzden de söylenenle anlaşılan arasında mesafe oluşuyor. Etkin dinlemenin önemi tam da burada devreye giriyor.

Etkin dinleme, sadece susmak değildir; gerçekten duymak, anlamak ve duyduğunu geri yansıtmak demektir. Yani karşı taraf şöyle dediğinde:

“Sen beni hiç önemsemiyorsun.”

Cevap olarak hemen savunmaya geçmek ya da karşı tarafı suçlamak yerine şöyle diyebilmek:

“Benim ilgisiz olduğumu düşündüğün için kendini yalnız bırakılmış mı hissediyorsun? Seni önemsemediğimi bu yüzden mi düşündün?”

Bu tür bir teyit ile karşı taraf gerçekten duyulduğunu hisseder, bu da yanlış anlama ihtimalini azaltır.

Ama burada bir adım daha var.

Yeniden çerçeveleme. Yani karşı tarafın sözünü, hem kendi bakış açımızı hem de onun ihtiyacını dikkate alarak yeniden ifade etmek.

Diyelim ki karşı taraf bize şöyle dedi:

“Sen hep geç kalıyorsun, bana değer vermiyorsun.”

Bunu yeniden çerçeveleme ile şunu desek mesela: 

“Geç kaldığımda kendini ikinci planda hissettiğini söylüyorsun. Senin için zamanında gelmem, sana değer verdiğimin bir göstergesi mi?”

Bu küçük fark bile konuşmayı suçlama / savunma döngüsünden çıkarıp, ortak bir dilin kurulmasına izin verir.

Psikolojide bu yöntemin ilişkilere katkısı çok güçlü bulunmuştur. Çünkü etkin dinleme ve yeniden çerçeveleme, sadece “konuşmayı sürdürmek” değil, aynı zamanda anlamı ortaklaştırmaktır.

Demem o ki ortak anlam, kelimelerin içinde değil, kelimelerin nasıl duyulup geri yansıtıldığında kurulur.


O kadar ilişki dedim, artık kendi ilişkimden ufak bir örnek verebilirim.

Eşimle evliliğimizde 13 yılımızı devirdik. Çok şükür şeker gibi bir ilişkimiz var. Bu 13 senede belki karanlık yollardan geçmedik, zehir gibi sular içmedik ama sanıyorum birlikte çok fazla ortak anlam ürettik.

Eşim tam olarak bilimsel olarak kanıtlı olan konulara daha fazla ilgi duyuyor, ben de her ne kadar öyle olsam da eşimden farklı olarak gizemli, mistik konuları araştırmayı, onlar hakkında konuşmayı seven biriyim.

Bu durum başlarda eşimin ya bu ne bilimsizliktir tarzı tepkiler vermesine, benim de alıganlık gösterip savunmaya geçmeme, anlaşılmadığımı düşünmeme sebebiyet veriyordu.

Sonra baktık bu böyle gitmeyecek, dedim ki ya tamam bilimsel olmasa da sanki bir kitapta yazılan bir kurgu üzerinden konuşuyor gibi olalım ki ben de meramımı anlatabilmiş olayım.

Bu sayede hem bilimsel konuları hem de mistik, kurgusal alanları bir ‘ortak dil’ içinde konuşabiliyor hale geldik.


Sonuç ve Okuyucuya Mesaj

Duygularımızı açmak başlangıç için her ne kadar yeterli gibi görünse de kalıcı bağ için ortak anlam ile desteklenmesi şarttır.

Siz de kendinize şunu sorabilirsiniz belki:

“Siz, sevdiklerinizle ortak anlamı hangi yollarla inşa ediyorsunuz?”


İlişkilerde ortak anlam yaratmak, sadece duyguları paylaşmakla değil, beklentileri de görünür kılmakla mümkün. 

Çünkü çoğu çatışma, söylenmemiş ya da yanlış anlaşılmış beklentilerden doğuyor. Bir sonraki yazıda, zihnimizin görünmez senaryoları olan beklentilerin nasıl hayal kırıklıklarına dönüştüğünü, hem ilişkilerimizi hem de iç dünyamızı nasıl etkilediğini ele alacağım.

O zamana kadar, sevgiyle kalın.


Kaynakça:

  1. Hans-Georg Gadamer. Truth and Method (1960).
  2. Emmanuel Levinas. Totality and Infinity (1961).
  3. Emmanuel Levinas. Ethics and Infinity (1985).
  4. Paul Ricoeur. Time and Narrative (1984–88).
  5. Paul Ricoeur. Oneself as Another (1990).
  6. Echterhoff, E., Higgins, E. T., & Levine, J. M. (2009). Shared reality: Experiencing commonality with others’ inner states about the world. Psychological Bulletin, 135(5).
  7. Gallese, V., Fadiga, L., Fogassi, L., & Rizzolatti, G. (1996). Action recognition in the premotor cortex. Brain, 119(2).
  8. Rizzolatti, G., & Craighero, L. (2004). The mirror-neuron system. Annual Review of Neuroscience, 27.
  9. Sherry Turkle. Reclaiming Conversation: The Power of Talk in a Digital Age (2015).
  10. Nancy Baym. Personal Connections in the Digital Age (2015, 2. baskı).
  11. John M. Gottman & Nan Silver. The Seven Principles for Making Marriage Work (1999).
  12. John M. Gottman. What Predicts Divorce? (1994).
You've successfully subscribed to Cenk Ebret Personal Website
Great! Next, complete checkout to get full access to all premium content.
Error! Could not sign up. invalid link.
Welcome back! You've successfully signed in.
Error! Could not sign in. Please try again.
Success! Your account is fully activated, you now have access to all content.
Error! Stripe checkout failed.
Success! Your billing info is updated.
Error! Billing info update failed.