Bazen yaptığımız bir eylemin yanlış olduğunu, bize fayda sağlamadığını, hatta zarar verdiğini biliriz ama yine de onu yapmaktan vazgeçemeyiz. Ne kadar farkında olursak olalım, aynı davranışı sergiler ve doğal olarak aynı sonuca ulaşırız.
Madem bunun olacağını biliyoruz, o zaman neden davranışımızı değiştiremiyoruz? Sorun ne olduğunu bilmemek değil de ne olduğuna bakmak istememek olabilir mi?
Biraz daha artırayım, acaba bile bile kendimizi sabote ediyor olabilir miyiz?
Bu yazıda, öğrenmenin neden her zaman gerçekleşmediğini; bazen bilgiyi neden içeri almadığımızı ve bunun arkasında yatan felsefi ve bilimsel mekanizmaları ele alacağız.
Konunun Felsefi ve Bilimsel Arka Planı
Felsefi Perspektif
Sokrates - Bilmemek mi, Bilip Kaçmak mı?
Sokrates’e göre insanı hayvandan ayıran en büyük özellik akıldır ve bu zihinsel kapasiteyi kullanmanın altın kuralı kendini bilmektir.
Onun bu “kendini bil” çağrısı, sadece bir bilgi arayışı değil, aynı zamanda bir yüzleşme davetidir. Kendini bilmek, neyi neden yaptığını, hangi değerler üzerinden yaşadığını görmekle başlar.
Fakat burada kritik bir gerilim doğar. Bilmek, beraberinde ahlaki bir sorumluluk getirir. Bir şeyi gördüğümüzde ya da anladığımızda, artık onu görmemiş gibi davranmamız zordur.
Sokrates’in asıl bıraktığı miras belki de şudur: Bilgi, insanı rahatlatmaz; aksine ona bir sorumluluk yükler. (1*)
Çünkü bilip de yapmamak, bu sorumluluğu taşıyamadığımızda içimizde bir çatışma yaratır.
Bu çatışma, çoğu zaman bilmemekten daha sancılıdır. İşte bu yüzden bazen bilmek yerine kaçmayı, görmemeyi, hatta kendimizi kandırmayı seçeriz; çünkü içimizdeki gerilimden kaçınmanın en kolay yolu, onu hiç başlatmamaktır.
Bu noktada bilgi ile yüzleşme arasında doğrudan bir bağ kurulur.
Bilgi, bizi aynanın karşısına oturtur; ama o aynaya her zaman bakmak istemeyiz. Çünkü gördüğümüz şey, değişmemiz gerektiğini fısıldar ve değişim her zaman bir bedel ister.
Nietzsche - Kendimizle Yüzleşmenin Bedeli
Nietzsche’ye göre insanın en büyük savaşı çoğu zaman dışarıda değil, kendi içinde yaşanır. (2*) Çünkü gerçeklerle yüzleşmek, yalnızca onları bilmek değil, aynı zamanda bu gerçeğe uygun davranışı sergileyebilmek demektir.
Çoğu zaman rahatsız edici hakikatlerle karşılaştığımızda zihnimiz otomatik bir savunmaya geçer. İçimizdeki kırılgan tarafı korumak için görmemeyi seçeriz. Bu, pasif bir zayıflık değil; çoğu zaman varlığımızı sürdürebilmek için geliştirdiğimiz bir korunma refleksidir.
Kendimize anlattığımız hikâyeler burada devreye girer. Bu hikâyeler, gerçeğin bütün ağırlığını taşımak yerine, onu katlanılır hâle getirir. Bazen bir davranışımızı haklı çıkarır, bazen sorumluluğu başkasına yükler, bazen de “henüz zamanı değil” diyerek erteleriz.
Nietzsche’nin işaret ettiği bedel, işte bu noktada ortaya çıkar.
Gerçekle yüzleşmek, önce içimizdeki dengeleri bozar. Güçlü kalabilmek, çoğu zaman bir süreliğine görmemeyi ya da duymamayı seçmekten geçer. Ama bu kaçış, asıl değişimle buluşacağımız kapının önünde sessizce bekler.
Hannah Arendt - Düşünmemek Bir Seçim midir?
Hannah Arendt, insanın düşünme kapasitesini yalnızca teorik bir faaliyet olarak değil, aynı zamanda ahlaki bir sorumluluk olarak görür. Ona göre en büyük tehlike, kötülüğün veya hatalı davranışların, düşüncenin askıya alınması yoluyla sıradanlaşmasıdır. Bu, aktif bir kötülükten ziyade, pasif bir vazgeçişten doğar.
Arendt’in ünlü “kötülüğün sıradanlığı” tespiti burada anlam kazanır: İnsan, yaptığı şeyin sonuçlarını düşünmeyi bıraktığında, yalnızca başkalarının değil, kendi vicdanının da dışına düşer. (3*) Görmezden gelmek, çoğu zaman bilinçli bir seçimin sonucudur. Çünkü düşünmek, sorumluluk getirir; düşünmemek ise geçici bir huzur sağlar.
Bu pasiflik, aslında sessiz bir onaydır. Düşünmemeyi seçtiğimiz her an, eylemlerimizin ya da eylemsizliğimizin üreteceği sonuçlara ortak oluruz. Arendt’in uyarısı şudur: Kendimizi kandırarak zihnimizi susturduğumuzda, hatayı veya kötülüğü sıradanlaştırır ve farkında olmadan onun taşıyıcısı hâline geliriz.
Bu noktada, Sokrates’in “bilmek sorumluluk getirir” çağrısından, Nietzsche’nin “gerçekle yüzleşmenin bedeli” uyarısına ve Arendt’in “düşünmemek bir seçimdir” tespitine bakınca, ortak bir nokta gözümüze çarpar.
İnsan zihni, hakikati görmek ile ondan kaçmak arasında sürekli bir salınım yaşar.
Anlıyoruz ki kendimize yaptığımız sabotajın ana eylemi olan bu kaçış sadece bilgisizlikten değil, çoğu zaman bilgiyi taşımanın duygusal yükünden doğuyor.
Bilimsel Perspektif
Zihin Neden Kaçar?
İnsan zihni, hakikati yalnızca görmeyi değil, aynı zamanda kabul etmeyi de talep eder. Fakat her daveti kabul etmeyiz. Çünkü hakikat, çoğu zaman konfor alanımızı sarsar ve kimliğimizle ilgili sessiz bir sorgulama başlatır. İşte bu noktada zihin, kendini korumak için görünmez bir zırh kuşanır. Bu zırhın adı çoğu zaman kaçınmadır.
Gördüğümüz şey, yaptığımız şeyle çeliştiğinde, içimizde ince bir gerilim doğar. Sanki bir tarafımız “bunu biliyorsun” derken, diğer tarafımız “ama böyle devam etmelisin” diye fısıldar. Bu çatışma, zihnin en temel savunma reflekslerinden birini tetikler: Gerçeği eğip bükmek. Böylece olanı, olduğundan biraz farklı görürüz; kendimizi ikna ederiz. Çünkü gerçek, olduğu hâliyle bazen taşınamayacak kadar ağırdır.
Amerikalı bir sosyal psikolog olan Leon Festinger, modern sosyal psikolojinin en etkili isimlerinden biridir. Onun bilişsel çelişki dediği durum tam da budur: Bildiklerimizle yaptıklarımız çeliştiğinde, zihin ya davranışı ya da algıyı değiştirerek dengede kalmaya çalışır. (4*) Çoğu zaman davranışı değiştirmek zordur; bu yüzden algıyı esnetiriz.
“O kadar da önemli değil,” deriz. “Herkes böyle yapıyor,” diye ekleriz. Böylece içsel sessizliğimiz korunur. Ama bu sessizlik, çoğu zaman geçicidir; gerilim, derinde bir yerlerde yaşamaya devam eder.
Zihnin bu kaçışı, aslında bir zayıflık değil, bir hayatta kalma stratejisidir. Öğrenme, yalnızca yeni bilgi almak değil, aynı zamanda o bilginin duygusal yükünü taşımaktır. Ve bazen o yük, içsel dengenin üzerine çıkacak kadar ağır gelebilir.
Daniel Kahneman - Konforu Koruyan Zihin
Daniel Kahneman’a göre zihnimiz, konforunu korumak için çoğu zaman hızlı düşünme modunda çalışır. (5*) Bu mod, otomatik savunmaların devreye girdiği, sorgulamadan verdiğimiz tepkilerin hakim olduğu bir alandır.
Çünkü yavaş düşünmek, yani dikkatle analiz etmek ve mevcut inanışlarımızı sorgulamak enerji gerektirir. Zihnimiz, tıpkı bedensel bir refleks gibi, rahatsız edici veya kimliğimizi sarsabilecek bilgileri kapının dışında tutmayı tercih eder.
Bu mekanizma, aslında günlük hayatta işimize yarar. Trafikte ani bir fren yaptığımızda, ya da basit bir karar verirken hızlı düşünme hayat kurtarabilir. Ancak aynı mekanizma, içsel yüzleşmelerimizde engelleyici bir duvara dönüşür. Zihnimiz, “bunu şimdi görme” diyerek konfor alanımızı korur; çünkü gördüğümüz anda sorumluluk başlar, değişim ise daima enerji maliyetlidir.
Bir alışkanlığı değiştirmek, yalnızca yeni bir davranış eklemek değil, aynı zamanda eski davranışı durdurmak ve içsel direnci aşmak anlamına gelir. Bu da zihnin, doğal olarak, en az enerji harcayacak yolu seçmesine yol açar: Görmezden gelmek. İşte bu yüzden, hakikatle yüzleşmek çoğu zaman ertelenir; zihin korunaklı bir sessizlikte kalmayı seçer.
Psikodinamik Yaklaşım
Bastırma ve Kaçınma
Psikodinamik yaklaşım, zihnin bilinçdışı süreçlerini ve bu süreçlerin davranışlarımıza etkisini inceleyen bilimsel bir perspektiftir. (6*)
Bu yaklaşımın temel bilimsel konusu, bu bilinçdışı savunmaların duygusal yükleri nasıl yönettiği ve kişinin davranışlarını nasıl şekillendirdiğidir.
Bu bakış açısına göre zihnimiz, rahatsız edici ya da kimliğimizi tehdit eden gerçeklerle karşılaştığında kendini korumak için otomatik savunma mekanizmaları devreye sokar. Bu mekanizmaların başında bastırma ve kaçınma gelir.
Bastırma, aslında bir unutma değil, bilinçdışına gönderme hareketidir. Zihnimiz, görmek istemediğimiz bir gerçeği sanki yokmuş gibi kenara iter. Ama bu, onun tamamen kaybolduğu anlamına gelmez.
Bastırılan şey, sessizce içeride varlığını sürdürür ve davranışlarımızda, seçimlerimizde, hatta bazen bedenimizde yankılanır.
Kaçınma ise daha bilinçli bir tavırdır. Bir şeyin bizi zorlayacağını bildiğimizde, ona hiç bakmamayı veya bakmayı ertelemeyi seçeriz.
Bu, görünürde bir huzur sağlar; sanki sorun ortadan kalkmış gibi hissederiz. Oysa görmediğimiz şey oradadır ve zaman zaman kendini hatırlatır.
Bu savunmaların asıl işlevi, duygusal yükü taşımamıza yardımcı olmaktır. Çünkü öğrenmek, yalnızca yeni bilgiyi almak değil, o bilginin yarattığı duygusal gerilimle yüzleşmektir.
Bastırma ve kaçınma, işte bu yükü bir süreliğine hafifleterek zihnimizin dengesini korur. Ama uzun vadede, içimizde çözülmemiş bir sessizlik bırakır.
Gerçek Problem ve Çözüm Önerileri
Gerçek Problem
Öğrenememek Değil, Bakamamak
Sorun aslında bilgi eksikliği ya da motivasyon yoksunluğu değil. Çoğu zaman ne yapmamız gerektiğini biliyoruz; hatta hangi adımı atarsak hayatımızın değişeceğinin farkındayız. Ama yine de o adımı atmaktan imtina ediyoruz. Bilmiyor değiliz yani, sadece doğru biçimde bakmaktan kaçınıyoruz.
Sanki bakarsak duygusal bir borca gireceğiz.
Sanki gerçekle yüzleşirsek kimliğimizde ince bir sarsıntı yaşanacak.
Sanki içimizden bir ses, “eğer buna bakarsan, değişmek zorunda kalacaksın” diyor ve biz buna direniyor gibiyiz.
Değişirsek, tanıdık olanın konforunu bırakmak zorunda kalacağız ve sanki bu bizim ağırımıza gidiyor.
Yeniden belirtme gereği hissettim, kimseye akıl veriyor değilim, haddime de değil, bunlar hep kendime verdiğim akıllar ve kendim araştırır, incelerken bazı çıkarımlarda bulunuyor ve bunu da sizlerle paylaşmaya gayret ediyorum.
Feragatnamemi de yazdığıma göre kendi hayatımdan küçük bir örnekle devam edebilirim sanırım…
Bir dönem, işimde verimsiz olduğumu hissediyordum. Görevler birikiyor, ben erteliyor, sonra da suçluluk hissediyordum.
Sorun zamanı yönetememem değildi; aslında hangi alışkanlıklarımın beni kilitlediğini çok iyi biliyordum. Ama o alışkanlıklarla yüzleşmek, kendime “bu halinle yetmiyorsun” demek anlamına gelecekmiş gibi hissediyordum.
O yüzden ekranı kapatıp sosyal medyada oyalanmayı seçtiğim zaman çok oldu. Çünkü o an bakmak, kendimi sarsmak demekti. O an hiç uğraşamazdım, eziyet mi çekecektim.
Sonra fark ettim ki asıl eziyeti bu kaçınmalar yüzünden çekiyordum.
İşte öğrenmenin önündeki asıl engel buydu:
Bazen bilmek yetmiyor, bakmaya cesaret etmek gerekiyordu. Görmek, harekete geçme sorumluluğunu da beraberinde getiriyordu. Ve ben, çoğu zaman o sorumlulukla yüzleşmekten kaçıyordum.
Bunu fark ettiğim gün benim için milat oldu.
Ertelemelerim belirgin biçimde azaldı; kötü hislerim hafifledi ve verimsizlik duygusu hayatımdaki yerini büyük ölçüde kaybetti.
Bu da böyle bir anımdır.
Kendimize Yaptığımız Sessiz Sabotaj Nasıl Çalışır?
Kendimize yaptığımız bu sessiz sabotaj, çoğu zaman fark etmeden kendi değişimimizi geciktirdiğimiz, yüzleşmekten kaçındığımız küçük zihinsel oyunlarla başlar.
Zihnimiz, konfor alanını korumak için hakikati eğip bükerek bize geçici bir huzur sağlar. Bu huzuru sağlarken 3 adım gerçekleşir.
Normalleştirme
Bazen en kolay yol, kendimize “Herkes böyle” diyerek avunmaktır. Bu cümle, sorumluluğu dağıtır ve yükümüzü hafifletir. Eğer çevremizde benzer davranışları sergileyen insanlar varsa, kendi halimizi olağanlaştırmak kolaylaşır.
“Zamanla düzelir” ifadesi de aynı mantığın devamıdır; bugünkü rahatsız ediciliği geleceğe erteleriz, çünkü böylece şu anki huzurumuzu koruruz. Fakat normalleştirme, gerçeği değiştirmez; sadece onunla yüzleşmemizi geciktirir.
Erteleme
Erteleme, çoğu zaman görmezden gelmekten daha çetrefilli bir oyundur. Çünkü kendimizi kandırmayız; aksine, “Bakacağım ama şimdi değil” diyerek içsel vicdanımızı sustururuz.
Bu, zihnin konfor alanını koruyan ince bir stratejidir. Sorun kapının önünde durur ama biz o kapıyı açmayı sonraya bırakırız. Böylece hem farkında olmanın getirdiği huzursuzluğu, hem de harekete geçmenin zorluğunu bir süreliğine askıya alırız.
Rasyonalizasyon
Rasyonalizasyon, değişmemek için mantıklı gerekçeler üretmenin sanatıdır. “Şu an doğru zaman değil”, “Aslında o kadar da kötü değil”, “Bu koşullarda kim olsa böyle yapardı” gibi cümlelerle gerçekliği eğip bükeriz.
Zihin, davranışı bırakmak yerine düşünceyi bükmeyi seçer, çünkü bu daha az enerji harcatır. Bu şekilde hem kendimizi haklı çıkarırız hem de değişimin getireceği duygusal maliyetten kaçarız. Ama bu kaçış, yalnızca sessiz bir gecikmeden ibarettir; içimizdeki gerilim, görünmez şekilde birikir.
Çözüm Önerileri
Çözüm olmasa da ufak bir öneri
Maalesef bu gibi çetrefilli konularda reçete vermek; yani hazır bir çözüm ya da hızlı bir çıkış yolu sunmak çok zor. Yine de tam olarak net bir çözümümüz olmasa da, yalnızca kendi zihnimizde küçük bir açıklık alanı açabiliriz diye düşünüyorum.
Bu alanı, kendimize dürüstçe yaklaşabileceğimiz bir durak gibi düşünebiliriz:
Sabotajı hemen kırmayı değil, onu ilk kez fark edebileceğimiz, üzerine ışık tutabileceğimiz bir boşluk yaratmak…
Çünkü çoğu zaman, görmek istemediğimiz şeye bakabilmek bile başlı başına bir adımdır. O an, kendimize şöyle demeye cesaret edebiliriz:
“Şu an bunu çözmek zorunda değilim. Sadece bu durumun varlığını kabul ediyorum.”
Bu farkındalık anında, kendimize şu yönlendirici soruyu doğru şekilde sormamız yeterli:
“Ne yapmalıyım?” değil
“Neye bakmaya hazır değilim?”
Bu soruyu kendimize sormak, zihnimizi yargılamadan gözlemlemeye başlamak demektir. Böylece ilk kez, eğer varsa bu sessiz sabotajın kapısını aralayabilir, o an için çözemesek bile çözmek için denemeler yapmaya başlayabiliriz.
Sonuç ve Okuyucuya Mesaj
Öğrenme, çoğu zaman yeni bilgiler edinmekle değil, o bilgilerin önünde durup gözlerimizi kaçırmadan bakabilmekle başlar.
Bazen en büyük dönüşüm, zihnimizin sessizce kenara ittiği şeye bakmaya cesaret ettiğimiz anda filizlenir. Çünkü görmek, harekete geçme sorumluluğunu da beraberinde getirir.
Şimdi soruyu kendine sorma sırası sende:
Peki, senin hayatında şu sıralar bildiğin ama göz göze gelmekten kaçındığın bir şey var mı? Belki de o şeye bakmayı ertelemek, farkında olmadan kendine yaptığın en sessiz sabotajdır.
Eğer bu sessiz direnci fark edebilirsek, belki de bir sonraki sorumuz değişir:
“Artık bunu gördüm. Peki, bununla nasıl yaşayacağım?”
Bir sonraki yazımda bu konuyu irdelemeye çalışacağım.
O zamana kadar sevgiyle ve kendinizi sabote etmeden kalın.
Kaynakça
- Sokrates - Platon, Apologia, Phaedo
- Friedrich Nietzsche - Beyond Good and Evil, Thus Spoke Zarathustra
- Hannah Arendt - Eichmann in Jerusalem;
- Leon Festinger - A Theory of Cognitive Dissonance (1957)
- Daniel Kahneman - Thinking, Fast and Slow (2011)
- Sigmund Freud - The Ego and the Id;
