Kabul bir vazgeçiş değil de bir başkaldırı olabilir mi?

Hayatta başımıza bin türlü şey geliyor. Bazen zor bir durum ile karşı karşıya kalıyoruz, bazen haksızlığa uğruyoruz, bazen de hiç istemediğimiz bir durum gelip bizi mağdur ediyor.

Böyle zamanlarda çoğu kişi yaşadığımız bu durumu “kabul etmemizi” telkin eder. Ama işin acısını çeken biziz; o telkini verenler değil. İnsan ister istemez kendine şunu soruyor:

“Aynısı bu telkini verenlerin başına gelse gerçekten bunu kabul edebilirler miydi acaba?”

Yine de bu telkinin neden var olduğunu düşünmekte de fayda var.

Kabul etmek çoğu zaman teslim olmak, geri adım atmak ya da pes etmek gibi anlaşılıyor.

Ama ya öyle değilse?

Ya kabul bizi zayıflatmak yerine güçlendiriyorsa?

Ya kabul dediğimiz şey, pes etmek değil de bilincin kapısını aralamaksa?

Kaçtığımız şey zaten bizimle yürüyorsa, ondan kaçmak mı daha zor olurdu, yoksa onu fark etmek mi?

Bu yazıda, kabulün zehir mi yoksa ilaç mı olduğunu beraber inceleyecek; kendimize en fazla faydayı sağlayabilmek için onu nasıl kullanabileceğimize bir göz atacağız.


Konunun Felsefi ve Bilimsel Arka Planı

Felsefi Perspektif

Jung: Gölgeyle Yüzleşme ve Kaderi Kabul

Analitik psikolojinin kurucusu olan İsviçreli Psikolog Carl Jung, “kabul” kelimesini çoğu insanın anladığı gibi bir teslimiyet ya da “olan oldu, yapacak bir şey yok” şeklinde yorumlamaz.

Onun için kabul, aslında oldukça cesur bir eylemdir.

Jung’a göre insan, yüzleşmediği her şeyin bedelini başka bir yerden öder.

Yani hayat bize bir olay, bir duygu, bir kayıp, bir başarısızlık getirdiğinde…

Biz onu kabul etmediğimizde, o deneyim yok olmaz. Aksine, gölgeye (yani bilincin altına) doğru itilir.

Ve tuhaf biçimde orada daha da güçlenir. Bastırılan öfke başka yerlerden taşar. Yadsınan kırgınlık ilişkileri içten içe çürütür. Görmezden gelinen acı, şekil değiştirip nevroza dönüşür. “Ben değilim” dediğimiz yanlarımız, bizi en olmadık yerde sabote eder.

Jung’a göre nevroz, çoğu zaman farkında olmadan “hayatı kandırmaya çalışmanın” sonucudur.

Kaçmak, görmezden gelmek, “ben böyle hissetmiyorum” diye diretmek…

Bunların hepsi yüksek bedelli kaçış yollarıdır.

Bu yüzden Jung, kabulü şöyle yorumlar:

Kabul, başına geleni onaylamak değildir.

Kabul, kendi gerçeğini yaşamayı göze almaktır.

Bu bazen bir acıyı “tamam bunu yaşıyorum” diyerek karşılamak, bazen bir başarısızlığı dürüstçe görmek, bazen de kendimizde görmek istemediğimiz bir yanımızla yüzleşmektir.

Kabul, gölgeyle pazarlık yapmak değildir.

Onu “ikna etmeye” ya da “susturmaya” çalışmak hiç değildir.

Çünkü gölge pazarlığa değil, dürüstlüğe cevap verir.

Kabul, gölgeye “tamam, seni görüyorum” diyebilecek kadar cesur olmaktır. (1*)

Çünkü görülmeyen gölge bizi yönetir.

Görülen gölge ise bizi özgür bırakır.

Jung’un felsefesi tam burada bize şunu öğretir:

Hayattan kaçtığımızda acı bitmez; sadece şekil değiştirir.

Ama gerçeğimizle yüzleştiğimizde, acı bile bir öğretmene dönüşür.

Ve belki de kabul dediğimiz şey, tam bu noktada doğar:

Kendimize savaş açmayı bırakıp, kendi hakikatimizin kapısını açtığımız anda.


Sartre: Koşulları Değil, Sorumluluğu Kabul

Sartre’a göre hayat, bize her zaman adil davranmaz. Koşullarımızı seçme şansımız yoktur. Nerede doğduğumuzu, hangi aileye geldiğimizi, hangi acılarla yüzleştiğimizi, başımıza gelen talihsizlikleri seçmeyiz; onlar sadece başımıza gelir biz de yaşamak durumunda kalırız.

Sartre bu verilmiş alanı “facticity” (olanlar, olgular) olarak tanımlar. (2*) Yani bu kısmı kontrol edemeyiz.

Ama ona göre insanı insan yapan şey tam da buradan başlar. Ne yaşayacağımızı seçemeyiz ama yaşadığımız şeye ne şekilde karşılık vereceğimizi seçebiliriz.

İşte Sartre’ın “kabul” anlayışı tam burada devreye girer:

Ona göre kabul kadercilik değil, durduğumuz yerin sorumluluğunu reddetmemektir.

“Bana bunlar oldu, o halde ben de böyle biriyim” diyerek teslim olmak değildir.

Aksine, şu soruyu tüm çıplaklığıyla kendine sormaktır:

“Bu olanlara rağmen kim olacağım?”

Sartre’a göre dünyada hiçbir garanti yoktur.

Hayat absürt olabilir, adil olmayabilir, insanlar haksız olabilir…

Ama insan her durumda kendi cevabını üretmek zorundadır.

Kabul, burada bir boyun eğme değil, bir özgürleşme hamlesidir.

Çünkü ancak yaşadığımız gerçeği olduğu gibi kabul ettiğimizde, ona nasıl karşılık vereceğimizi seçebiliriz.

Kısacası Sartre, kabulü şöyle yeniden tanımlar:

“Koşulları değil, seçimi sahiplen.”

Ve belki de dayanıklılık dediğimiz şey, tam olarak bu sorumlulukta başlar.


Japon Estetiği: Wabi-sabi ve Mono no Aware | Eksik Olanı Kabullenmek

Japon düşüncesinde “kabul” çoğu zaman mücadele, direnç ya da kontrol üzerinden değil; yaşamın doğal akışına duyulan saygı üzerinden tanımlanır.

Wabi-sabi, kusurun da bir estetiği olduğunu hatırlatır. (3*) Kırık bir vazonun altınla onarıldığı kintsugi örneğinde olduğu gibi… Altın, kırığı saklamak için değil, kırığın hikâyesini görünür kılmak için sürülür.

Çünkü kırık, artık kusur değil; yaşamışlığın, dayanıklılığın, yolculuğun izidir.

Bu bakış açısı bize şunu söyler:

“Eksik olan, değersiz değildir.”

Hayat her zaman istediğimiz gibi şekillenmez; ama bu onu anlamsız yapmaz.

Bazen çatlaklar, ışığın içeri sızdığı yer olur.

Mono no aware ise daha narin, daha duygusal bir kabul öğretisidir.

Her şeyin geçiciliğini bilmenin insanın içinde bıraktığı ince hüzün…

Kiraz çiçeklerinin sadece birkaç hafta açması gibi. Ya da kelebeğin çok kısa bir ömrü olduğunu bilmemiz gibi…

Hem güzelliğini biliriz hem kaybolacağını…

Ve tam da bu geçicilik yüzünden o güzelliğe daha çok değer veririz.

Mono no aware bize şunu fısıldar:

“Geçiciliğin farkında olmak, şükrü derinleştirir.”

Hayat istediğimiz gibi gitmediğinde, planlar bozulduğunda, insanlar değiştiğinde, her şey elimizden kayar gibi olduğunda…

Bu estetik yaklaşım isyanı dönüştürür:

“Hayat neden böyle?” yerine

“Hayat böyleyken de anlam bulabilir miyim?”

Wabi-sabi kırığın güzelliğini, Mono no aware ise geçiciliğin zarafetini öğretir.

Ve ikisi birleştiğinde ortaya çok güçlü bir kabul hali çıkar:

Mükemmel olmayan bir hayatın da, kendi haliyle ve kendi eksikleriyle değerli olabileceğini fark etmek.

Bu, teslimiyet değil; hayatın bütün kusurlu detaylarıyla birlikte tadına varmayı öğrenmektir.


Hannah Arendt: Gerçeklikten Kaçmayı Reddetmek

Hannah Arendt’e göre insanın en büyük kırılmalarından biri, gerçeklikten kopmaya başladığı an ortaya çıkar.

Bu bir anda olan bir kopuş değildir; küçük bahanelerle, ertelemelerle, kendini kandırmalarla yavaş yavaş gerçekleşir.

Arendt bunu “düşünmeyi bırakmanın tehlikesi” olarak tarif eder. (4*) Yani insan, olanı olduğu gibi görmek yerine kendini uyuşturan hikâyeler yaratmaya başladığında, hem dünyadan hem kendisinden uzaklaşır.

Tam bu noktada Arendt’in “kabul” anlayışı devreye girer:

Kabul demek gerçeğe sadakat demektir.

Ama pasif bir katlanma değil; kaçmadan, çarpıtmadan, dramatize etmeden “olanı olduğu gibi” görebilme cesareti.

Arendt’e göre kabul etmek demek “her şey yolunda” diye kendini avutmak değildir; “Yapacak bir şey yok” diyerek sorumluluktan kaçmak da değildir. Ya da “Ben böyleyim işte” diye kaderciliğe sığınmak hiç değildir. Aksine,

“Gerçek böyle. Peki ben bu gerçeğe nasıl cevap vereceğim?” sorusunu kendine dürüstçe sorabilmektir.

Bu yüzden Arendt’in kabul anlayışı, ne romantik bir kabulleniş ne de spiritüel bir dinginlik çağrısıdır.

Tam tersine; kabul, mazeret üretmeyi bırakmak ve gerçeği tüm karmaşıklığıyla karşılamaktır.

Çünkü insan ancak gerçekliğin zemini üzerinde bir etik seçim yapabilir.

Gerçekliğe bakmayı reddeden biri, kendi kararlarının da sahibi olamaz.

Arendt’in sessizce öğrettiği şey aslında şudur:

Kabul etmek kaçmamak demektir.

Kaçmamak demek, düşünmeyi sürdürmek,

düşünmek ise özgürlüğün kapısını açık tutmak demektir.

Ve bu çizgi bize çok güçlü bir soru bırakır:

“Kendimize hangi hikâyeyi anlatıyoruz ve o hikâye bizi özgürleştiriyor mu?”


Bilimsel Perspektif

Direnç Neden Acı Yaratır?

Psikoloji ve nörobilim, “kabul”ün pasif bir teslimiyet değil, sinir sisteminin yeniden düzenlenmesiyle ilgili aktif bir süreç olduğunu söylüyor.

Kısacası kabul, zihinsel bir tercih değil; bedensel bir düzenleme biçimi.

Direnç, Amigdala Aktivasyonu ve Stres Döngüsü

Bir deneyime direnç gösterdiğimizde  (“Bu böyle olmamalı.”, “Böyle hissetmek istemiyorum.”, “Bunu kabul etmiyorum.” ) beyin bunu tehdit olarak algılar.

Tehdit algısı amigdalanın ateşlenmesine yol açar. Amigdala ateşlenince stres hormonları (kortizol / adrenalin) yükselir.

Bunun sonucu olarak beden savaş-kaç-don tepkisine geçer.

Bu döngüde zihin de, beden de “çıkışsız bir alarma” girer.

Direnç bu yüzden acı yaratır:

Beyin, reddedilen deneyimi tehlike zanneder.

Ve insan neye direniyorsa o şey daha da büyür, yoğunlaşır, geri teper.

Peki bu döngü nasıl kırılır? Bilim burada devreye giriyor.


Kabul, Prefrontal Korteksin Yeniden Devreye Girmesi Demektir

Nörobilim şunu söylüyor:

Bir duyguyu kabul ettiğimiz an, amigdalanın sesi kısılır.

Çünkü tehdit algısı azalır.

Tehdit azalınca da prefrontal korteks yani karar verme, değerlendirme, irade, yön belirleme, davranış düzenleme merkezimiz yeniden etkinleşir.

Bu yumuşama hareketi “zihinsel açıklık” yaratır.

İnsan, reddettiği bir duyguya teslim olmaz ama onunla mücadele eden alarm halinden çıkıp onunla çalışabilir hale gelir.

Bu yüzden kabul, bilimsel olarak aktif bir öz-düzenlemedir.


“Deneyimi Bastırmak” ile “Deneyimi Adlandırmak” Arasındaki Fark

Nörobilimde buna “name it to tame it” denir. (Yani Adlandır ki sakinleşsin.) (5*)

Bir duyguyu bastırdığımızda, amigdalada aktivasyon artar. Beyin “tehdit var ama ne olduğunu bilmiyorum” moduna girer.

Bir duyguyu adlandırdığımızda (“Şu an öfkeliyim”, “Kaygı geldi”, “İçimde sıkışma var”) prefrontal korteks devreye girer ve amigdala aktivasyonu %40’a yakın azalır.

Yani duyguları bastırmak tehdidi artırırken ona bir isim vermek ve gözlemlemek tehdidi azaltır.

Kabul dediğimiz şey aslında tam burada gerçekleşir:

Deneyimi bastırmadan, dramatize etmeden, kaçmadan adını koymak.

Bu adlandırma işlemi, beynin “tehlike değil, deneyim” moduna geçmesini sağlar.


ACT (Acceptance & Commitment Therapy):

Kabulün Davranış Değiştirmede Daha Etkili Olduğu Gerçeği

ACT’nin temel varsayımı şudur:

Acıdan kaçmak acıyı büyütür. (6*)

Kabul ise acının davranış üzerindeki gücünü azaltır.

ACT, duyguları ortadan kaldırmaya çalışmaz. Çünkü bilim bize şunu söylüyor:

Duyguyla savaşmak demek duyguyu güçlendirmek demektir. Duyguya alan açmak demek duygunun etkisini zayıflatmak demektir.

ACT’nin değişim modeli 3 adımda açıklanabilir:

  1. Kabul: Deneyimi olduğu gibi fark etmek
  2. Ayrışma (defusion): Düşünce gerçek değildir
  3. Değerle uyumlu eylem: Ne hissedersem hissedeyim, hangi yöne yürüyebilirim?

Bu yaklaşımın nörobilimsel karşılığı da nettir:

Kabul, tehdit sisteminin sakinleşmesini sağlar.

Değerlerle uyumlanınca motivasyon sistemi aktive olur.

Eyleme geçilince de yeni sinir yolları oluşur (nöroplastisite), yeni benlik daha güçlü bir şekilde yaratılır.

Bu yüzden bilim, “kabul”ü davranış değişikliğinde en güçlü araçlardan biri olarak görür.

Yani özetle bilim de bize diyor ki:

Direnç bedenimizi alarma geçirir; kabul ise alarma rağmen yön seçme kapasitemizi geri verir.

Yani kabul, pasiflik değil; sinir sisteminin en bilinçli ayarıdır.


Gerçek Problem ve Çözüm Önerileri

Problem

Kabulü Neden Yanlış Anlıyoruz?

Asıl sorun, zihnimizin "kabul etmeyi" bir yenilgi sözleşmesi gibi kodlamasında yatıyor.

Kabulü, "Bunu sevdim, bu harika, bunu istiyordum" demek zannediyoruz.

Oysa kabul, bir beğeni butonu değildir.

Kabul, sadece bir durum tespitidir.

"Şu an, burada, bu oluyor." diyebilmektir.

Zihin, sevmediği bir gerçekle karşılaştığında ona direnmeyi bir "kontrol etme yöntemi" sanar.

“Eğer yeterince üzülürsem, yeterince reddedersem, yeterince inkar edersem bu gerçek değişebilir" gibi gizli, çocuksu bir inanca tutunur.

Bu yüzden kabul etmek, egoya "kontrolü kaybettin" hissi verir.

Ego bize "Bunu kabul edersen, hiçbir şeyi değiştiremezsin!" diye bağırır.

Ama gerçekte olan şudur ki, kabul etmediğimiz hiçbir şeyi değiştiremeyiz.

Karanlıkta olduğunu kabul etmeyen biri, ışığı aramak için yola çıkabilir mi?


Çözüm Önerileri

Kabulü Bir Kas Gibi Çalıştırmak

Peki, bu teorik bilgiyi pratik hayata, o canımızın yandığı anlarda nasıl uygulayabiliriz? Bu konuda şu adımları takip edebiliriz diye düşünüyorum…

"Evet" Kelimesinin Gücünü Kullanmak (İlk Temas)

Başımıza nahoş bir olay geldiğinde veya içimizde zorlu bir duygu belirdiğinde, ilk refleksimiz "Hayır, olmamalı!" olacaktır.

Tam o anda, derin bir nefes alıp sadece durumu tespit eden bir "Evet" diyebiliriz.

"Evet, şu an çok öfkeliyim."

"Evet, bu proje başarısız oldu."

“Evet, şu an hayal kırıklığı içindeyim.”

"Evet, kalbim kırık."

Bu "evet", olayı onaylamak değil; olayın varlığını kabul etmektir. Bunu, amigdalanın alarmını susturan ilk düğme gibi düşünebiliriz.

"Buna Rağmen" Köprüsü Kurmak

Teslimiyet "Bu oldu, ben bittim" der.

Kabul ise "Bu oldu, ve buna rağmen aksiyonu alabilirim" der…

Sartre’ın dediği gibi, koşul sabit olsa da yön seçilebilir.

Cümlemizi şöyle kurabiliriz:

"Kaygılı hissediyorum ve buna rağmen bu sunumu yapmayı seçiyorum."

Kaygının geçmesini beklememize gerek yok. Kaygıyı yanımıza alıp yürümeyi öğrenebiliriz.

Direnci Fark Etmek ve Gevşemek

Kabul zihinsel bir karar gibi görünse de aynı zamanda fiziksel de bir aktivitedir.

Bir şeyi reddettiğimizde omuzlarımız kasılır, çenemiz sıkılır, midemiz düğümlenir.

Kabul anı, omuzların aşağı indiği, nefesin karına dolduğu andır.

Beden gevşediğinde, zihin "savaş bitti, şimdi çözüme bakabiliriz" mesajını alır.

Sonuç: En Büyük Başkaldırı

Yazının başına, o temel soruya dönelim:

Kabul bir vazgeçiş değil de bir başkaldırı olabilir mi?

Modern dünya bize sürekli "Daha fazlasını iste, asla yetinme, her şeyi kontrol et, sürekli mutlu görün" diye bağırırken...

Olanı olduğu gibi, tüm çıplaklığıyla, acısıyla ve kusuruyla kucaklayabilmek...

İşte asıl isyan budur.

Kabul, hayatın getirdiği dalgalara karşı kürek çekmeyi bırakıp, yelkenleri o rüzgara göre ayarlama cesaretidir.

Bu, pasif bir sürükleniş değildir.

Tam tersine; rüzgârı arkasına alıp, gitmek istediği yere varmak isteyen kaptanın zekasıdır.

Belki de Jung, Sartre, Arendt ve nörobilim yüzyıllardır farklı dillerde aynı şeyi söylüyordur:

Kendimizle savaşarak kazanamayız.

Hayatla inatlaşarak ilerleyemeyiz.

Güç, sıkılmış yumruklarda değil;

"Gelen gelir, giden gider ve ben kalanla ne yapacağımı bilirim" diyen o sakin, açık avuçlarda ortaya çıkar.

O yüzden bugün kendimize bir iyilik yapalım.

Savaşmayı bırakalım.

Sadece görelim. Sadece tanıyalım. Sadece kabul edelim.

Ve izleyelim;

Yük sandığımız o şeyin, nasıl da kanada dönüştüğünü görelim.


Bu haftayı kapatırken sizi şu soruyla baş başa bırakmak istiyorum:

Şu an hayatınızda neye 'Hayır' diyerek, aslında onun üzerinizdeki gücünü arttırıyorsunuz? O kapıyı zorla kapalı tutmak için harcadığınız eforu, kapıyı açıp gerçeği içeri davet etmek için kullansaydınız, elleriniz neler yapmak için özgür kalırdı?


Haftaya, biraz daha benim dünyama, yazılımın mutfağına gireceğiz ama yine hayatı konuşacağız.

Bugün kabul etmeyi öğrendiğimiz o "hatalı" veya "eksik" yanlarımızı nasıl dönüştüreceğimize bakacağız. Yazılımda "Teknik Borç" (Technical Debt) dediğimiz, biriktikçe sistemi kilitleyen o yüklerin benzerlerinin, bizim hayatlarımızda nasıl karşılık bulduğunu ve hayatı (tıpkı bir kod bloğu gibi nasıl "Refactor" edebileceğimizi (yani iyileştirip yeniden düzenlemekten bahsediyorum) inceleyeceğiz.

O zamana kadar, kabul ve sevgi ile kalın.


Kaynakça

  1. Carl Gustav Jung, İnsan ve Sembolleri, Kabalcı Yayınevi.
  2. Jean-Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik, İthaki Yayınları.
  3. Leonard Koren, Wabi-Sabi: Sanatçılar, Tasarımcılar, Şairler ve Filozoflar İçin, YEM Yayın.
  4. Hannah Arendt, Zihnin Yaşamı, İletişim Yayınları.
  5. Daniel J. Siegel, Akılgözü (Mindsight), Koridor Yayıncılık.
  6. Steven C. Hayes, Zihninden Çık Hayatına Gir, Pegasus Yayınları.
You've successfully subscribed to Cenk Ebret Personal Website
Great! Next, complete checkout to get full access to all premium content.
Error! Could not sign up. invalid link.
Welcome back! You've successfully signed in.
Error! Could not sign in. Please try again.
Success! Your account is fully activated, you now have access to all content.
Error! Stripe checkout failed.
Success! Your billing info is updated.
Error! Billing info update failed.