Esaret’in bedeli filmini çoğumuz izlemiştir, izlemeyen varsa da tavsiye ederim. Bu filmde Brook diye bir karakter vardı.
Brook yıllarını hapishanede geçirmişti. Bir gün demir kapılar açıldı ve ona özgür olduğu söylendi. Özgürlük… Dışarıdaki hayat, gökyüzü, sokaklar, kalabalıklar artık ona aitti.
Ama özgürlükle yüzleştiğinde Brooks ne yapacağını bilemedi. Korktu, elleri titredi. Alıştığı duvarların dışında her şey yabancıydı; marketin karmaşası, sessiz odaların boşluğu, kimsesizliğin ağırlığı.
O an özgürlük, ona vaat edilmiş bir lütuf değil, kaldıramayacağı bir yük gibi göründü. Çünkü özgürlük, sorumluluk olmadan yalnızca korkunun başka bir adıydı.
Bir seçim yapmak insana özgür hissettirir fakat yaptığı seçimin sonuçlarına katlanmak da bir sorumluluktur.
Bu yazıda özgürlüğün tek başına yeterli olup olmadığını inceleyecek, sorumluluk taşımayan özgürlüğün anlamlı olup olmadığını anlamaya çalışacağız.
Her zaman olduğu gibi felsefi ve bilimsel olarak konunun artılarını eksilerini ölçüp tartmaya başlayabiliriz artık.
Felsefi ve Bilimsel Arka Plan
Felsefi Perspektif
Jean-Paul Sartre (Varoluşçuluk): “İnsan özgürlüğe mahkûmdur.”
Sartre’ın en çarpıcı cümlelerinden biri şudur:
“İnsan özgürlüğe mahkûmdur.”
(1*)
Bu cümledeki paradoks aslında özgürlük ile sorumluluk arasındaki derin bağı anlamamıza yardım edebilir.
Sartre’a göre insan, doğuştan itibaren hiçbir özle, kimlikle ya da yazgıyla belirlenmiş değildir. Önce var olur, sonra kendi seçimleriyle kimliğini ve anlamını yaratır. Yani bizler boş bir sayfa olarak başlarız; hayatımızın içeriğini seçimlerimizle doldururuz.
Fakat işin can alıcı kısmı şurada: Özgür olduğumuz için sorumlu olmak zorundayız.
Seçim yapmak özgürlüktür, ama yaptığımız seçimin sonuçlarını taşımak da sorumluluktur.
Örneklemek gerekirse bir işi yapmayı kabul edip etmemek, bir ilişkiyi sürdürmek ya da bitirmek, bir inanca bağlanmak ya da o inancı reddetmek…
Bu kararların hiçbiri “dışarıdan” bize dayatılmaz. Hepsi özgürlüğümüzün ürünü olarak bizim elimizden çıkar. Ama tam da bu yüzden Sartre’a göre hiçbir bahanemiz olamaz.
“Ben böyle yaptım çünkü kaderim buydu” ya da “çünkü toplum benden bunu istedi” diyemeyiz. Çünkü özgür olduğumuz için, her durumda bir seçim yapmışızdır. Ve bu seçimlerin sorumluluğunu da taşımak zorundayızdır.
Sartre’ın yaklaşımında özgürlük hafif bir şey değil, tam tersine ağır bir yüktür.
Bu yüzden “özgürlüğe mahkûmiyet” derken kastettiği şey şudur:
İsteseniz de istemeseniz de özgürsünüz. Ve bu özgürlük, sorumluluktan kaçmanıza izin vermez.
Simone de Beauvoir: Özgürlüğün Toplumsal Sorumluluk Boyutu
Beauvoir, Sartre gibi özgürlüğü varoluşun temel koşulu olarak görür; ancak onun yaklaşımında özgürlük yalnızca bireysel bir mesele değildir. Ona göre özgürlüğümüz, her zaman başkalarının özgürlüğüyle iç içedir.
Beauvoir’ın şu cümlesi bunu özetler:
“Kendi özgürlüğünü gerçekleştirmek, diğerlerinin özgürlüğünü de mümkün kılmakla mümkündür.”
(2*)
Yani benim özgürlüğüm, başkasını yok saydığımda ya da ona zarar verdiğimde gerçek bir özgürlük olmaz. Çünkü insan dünyada tek başına var olmaz; ilişkiler içinde, toplumsal bağlamda var olur.
Bu bakış açısı özgürlüğe doğrudan bir etik sorumluluk boyutu ekler.
Eğer bir seçimim başka birinin yaşam alanını daraltıyorsa, o seçim özgürlüğün değil, baskının aracı olur.
Eğer özgürlüğümü sadece kendi çıkarım için kullanıyorsam, bu durumda aslında özgürlüğüm kendi üzerine kapanmış, sahte bir özgürlük haline gelir.
Beauvoir’ın varoluşçuluğu bu noktada özgürlüğü salt bireysel karar verme yetisi olarak değil, kararlarımızın başkalarının varoluşuna etkisini de hesaba katmamız gereken bir sorumluluk olarak tanımlar.
Yine örneklerle gidecek olursak, bir iş yerinde sadece kendi çıkarı için hareket etmek, diğer çalışanların koşullarını görmezden gelmek demektir.
Günlük hayatta “ben istediğimi yaparım” diyerek çevreye zarar vermek (doğaya, hayvanlara ya da başka insanlara zarar vermek) yine özgürlük değil, sorumsuzluk olur.
Dolayısıyla Beauvoir’a göre özgürlük, her zaman bir paylaşılan alandır. Birey olarak özgür olabilmemiz, başkalarının özgürlüğüne alan açabilmemizle mümkündür.
Bu bakış, Sartre’ın bireysel “özgürlüğe mahkûmiyet” vurgusunu tamamlar.
Sartre, özgürlüğün kaçınılmaz sorumluluğunu ortaya koyarken; Beauvoir, bu sorumluluğun toplumsal boyutunu gözler önüne serer:
Özgürlük, başkasının özgürlüğünü koruma sorumluluğunu da içinde taşır.
Hannah Arendt: Sorumluluk, Eylem ve Politik Özgürlük
Arendt’e göre özgürlük, yalnızca “içsel bir his” ya da bireysel seçimlerden ibaret değildir. Onun için özgürlük, kamusal alanda eyleme geçme kapasitesidir. (3*)
Arendt’in düşüncesinde üç temel kavram birbirine bağlıdır:
Özgürlük sadece istemek ya da düşünmek değil, harekete geçmek demektir.
Eylem söz söylemek, bir şey başlatmak, dünyada iz bırakmaktır.
Sorumluluk eylemin sonuçlarını üstlenmektir, çünkü her eylem başkalarının dünyasını da etkiler.
Arendt’in bakış açısında özgürlük, “bizim istediğimizi yapmamız” değil, başkalarıyla birlikte bir dünyayı inşa etmemizdir.
Yani bireysel özgürlük, ancak kamusal alanda ortak bir dünyanın parçası olduğumuzda anlam kazanır.
Bu yüzden sorumluluk, özgürlüğün ayrılmaz bir boyutudur.
Eyleme geçtiğimiz anda, sözlerimizin ve davranışlarımızın başkaları üzerindeki etkisini üstlenmek zorundayız.
Politik özgürlük de tam burada doğar: bir topluluk içinde fikir beyan etmek, karar almak ve sorumluluk almak.
Arendt için en tehlikeli şeylerden biri, özgürlüğün sorumluluktan kopmasıdır. Nazi Almanyası deneyiminde gördüğü gibi, insanlar “ben sadece emirleri uyguladım” diyerek sorumluluktan kaçtığında, özgürlük de yok olur. Çünkü özgürlük ancak sorumluluk bilinciyle birleştiğinde gerçek olabilir.
Dolayısıyla Arendt’in mesajı şudur:
Özgürlük, ancak eylemle görünür hale gelir; eylem ise sorumluluk olmadan bir anlam taşımaz.
Bilimsel Perspektif
Psikoloji / Karar Verme Süreçleri
Özgür Seçim Algısı ve Sorumluluk
Psikolojiye göre özgürlük ve sorumluluk duygusu, büyük ölçüde karar verme mekanizmalarımızın işleyişiyle bağlantılıdır.
İnsan zihni, karar verirken yalnızca mantıksal hesaplamalar yapmaz; aynı zamanda duygulardan, geçmiş deneyimlerden ve sosyal beklentilerden de faydalanır.
Özgürlük hissi, çoğu zaman “kararı ben verdim” algısından doğar.
Ancak araştırmalar gösteriyor ki (5*) çoğu seçimimiz bilinçdışı süreçler tarafından önceden şekillendirilir. (örneğin dikkat çekici bir ürünün vitrine konması ürünü alıp almama konusunda vereceğimiz kararı etkileyebilir).
Buna rağmen, kişi seçimi kendisi yaptığını hissettiğinde sorumluluk bilinci de artar.
Yani sorumluluk duygusu, özgür seçim algısıyla el ele yürür. İnsan, kararını “kendi isteğiyle” verdiğine inandığında, sonucunu da daha kolay üstlenir.
Psikoloji literatüründe bu durum “öz-yeterlik” (self-efficacy) kavramıyla ilişkilidir. (4*)
Kendi seçimlerinin farkında olan bireyler, sonuçlardan sorumlu olduklarını da kabul ederler.
Buna karşılık, seçimlerinin dışsal faktörler tarafından belirlendiğine inanan kişiler (örneğin “benim elimde değil, kader böyle”) sorumluluk almaktan kaçarlar.
Deneysel çalışmalar gösteriyor ki insanlara özgür seçim yaptıkları hissettirildiğinde, sonuçlar olumsuz olsa bile sorumluluğu sahiplenme oranları artıyor.
Tam tersine, “bu karar bana dayatıldı” algısı olduğunda, insanlar sorumluluğu başkasına atmaya daha yatkın oluyor.
Sonuçta psikoloji bize şunu söylüyor:
Özgürlük duygusu, karar verme süreçlerimizdeki bilinç ve algıyla doğrudan bağlantılıdır.
Bu algı güçlendikçe, sorumluluk bilinci de kuvvetlenir; çünkü kişi artık yalnızca seçim yapan değil, seçimlerinin sonuçlarını üstlenen bir özneye dönüşür.
Nörobilim / Prefrontal Korteksin Rolü
Özgürlük Hissi ve Sorumluluk Yükü
Nörobilim, karar verme anlarında beynin özellikle prefrontal korteksini (ön beyin kabuğu) sahneye çıkarıyor. Bu bölge, planlama, değerlendirme, ahlaki muhakeme ve uzun vadeli sonuçları düşünme gibi işlevlerin merkezidir. (6*)
Araştırmalar şunu gösteriyor: İnsan bir seçim yaparken yalnızca “neyi tercih edeceğini” değil, aynı zamanda o tercihin sonuçlarını da zihninde canlandırır.
Bu süreçte prefrontal korteks aktif hale gelir ve hem “özgürce karar verme hissi” hem de “sorumluluk duygusu” birlikte tetiklenir.
Fonksiyonel MRI çalışmalarında görülüyor ki:
Kişi seçim yaparken, özgür irade algısı olduğunda ödül merkezleri (dopamin sistemi) de aktif hale geliyor. Bu da özgürlük hissini nörobiyolojik olarak “tatmin edici” hale getiriyor.
Fakat aynı anda prefrontal korteksin farklı bölgeleri (özellikle dorsolateral ve ventromedial alanlar), seçimin ahlaki ve toplumsal sonuçlarını da ölçüp tartıyor. Bunu da “sorumluluk yükünü” hissettiren nöral devreler aracılığıyla yapıyor.
Örneğin bir deneyde katılımcılara basit seçimler (hangi butona basılacağı gibi) dayatıldığında, özgürlük hissi zayıflıyor ve prefrontal aktivasyon düşük kalıyor.
Fakat karar gerçekten kişiye bırakıldığında, hem özgürlük hissi artıyor hem de sonuçların sorumluluğu daha yoğun şekilde hissediliyor.
Bu da bize şunu gösteriyor:
Özgürlük ve sorumluluk nörobilimsel düzeyde birbirinden ayrı değil, aynı nöral ağların iki yüzü.
Karar verirken hissettiğimiz özgürlük aynı anda bizi sorumlulukla da buluşturuyor.
Kısacası, beyin bize bir gerçeği fısıldıyor:
Özgürlük hissi tek başına bir “hafiflik” değil, sorumluluğu da beraberinde getiren bir “yükümlülük”tir.
Toplumsal Psikoloji /“Diffusion of Responsibility”
Özgür Birey, Dağılmış Sorumluluk
Toplumsal psikolojide önemli bir kavram vardır: “diffusion of responsibility” (sorumluluğun dağılması).
Bu kavram, bireyin özgür karar verme kapasitesi olsa bile, grup içinde olduğunda sorumluluk duygusunun azalmasını ifade eder.
Şu örneğe bir göz atalım:
Bir kalabalık içinde biri yardım çığlığı attığında, her birey “nasıl olsa bir başkası müdahale eder” diye düşünür. Sonuçta kimse harekete geçmez. Bu duruma literatürde “seyirci etkisi” (bystander effect) denir. (7*)
Buradaki çelişki şudur:
Bireyler özgürdür, dilerse müdahale edebilir. Ama sorumluluk “herkesin” olunca, aslında hiç kimsenin sorumluluğu olmaz.
Bu durum sadece acil durumlarda değil, toplumsal yaşamın her alanında kendini gösterir:
İş yerinde: “Proje gecikti ama zaten takım sorumluydu, ben tek başıma bir şey yapamazdım.” denir.
Çevre sorunlarında: “Ben çöplerimi ayırsam ne olacak, milyonlarca insan var kimse atmıyor benim ne etkim olacak?” denir.
Politik alanda: “Seçimlerde oy versem de vermesem de bir şey değişmiyor ki zaten.” denip oy verilmez, sonra diktatörler başa gelir.
Toplumsal psikoloji bize şunu hatırlatıyor:
Özgürlük bireysel düzeyde kıymetlidir ama sorumluluk paylaşılmadığında özgür bireyler pasifleşebilir, hatta umursamaz hale gelebilir.
Böylece özgürlük, paradoksal biçimde, sorumluluğun buharlaştığı bir alana dönüşür.
Oysa Sartre’ın söylediği gibi, özgürlük aslında seçimlerimizin ağırlığını kabul etmektir. Grup içinde bile “benim payıma düşen sorumluluk nedir?” sorusunu sormak, hem bireysel hem de toplumsal özgürlüğün gerçek anlamını ortaya çıkarır.
Gerçek Problemler ve Çözüm Önerileri
Problemler
Modern toplumda “özgürlük” kavramı
Modern toplumda “özgürlük” kavramı genellikle sorumluluktan bağımsızmış gibi, özgürce yapacağımız seçimlere indirgenecek şekilde işleniyor bu da insanların yanılgıya düşmesine sebep olabiliyor.
Özellikle tüketim kültürü bu durumu çok iyi kullanıyor…
Reklamlarda sık sık “özgürce seç”, “kendi tarzını yarat”, “istediğini al, istediğin gibi yaşa” gibi mesajlar veriliyor.
Buradaki özgürlük tanımı yalnızca “seçim yapabilme hakkına” indirgenmiştir.
Ama bu seçimlerin toplumsal, çevresel ya da etik sonuçları neredeyse hiç gündeme getirilmez.
Örneğin bir hızlı moda mağazasından kıyafet almak “özgür bir seçim” gibi sunulur. Ama arka planda düşük ücretle çalışan işçilerin emeği, doğaya verilen zarar, sürdürülemez üretim zinciri vardır.
Sürekli yeni elektronik ürünler almak, “teknolojiyle özgürleşmek” söylemiyle pazarlanır. Oysa bu ürünlerin üretiminde kullanılan madenler, atıklar ve ekolojik tahribat göz ardı edilir.
Buradaki sorun şudur:
Modern toplum özgürlüğü “haz ve seçenek” üzerinden tanımlar; sorumluluğu ise görünmez kılar. Böylece özgürlük, bireyin yalnızca anlık arzularını tatmin eden bir aldatmacaya dönüşür.
Oysa gerçek özgürlük, Sartre’ın ve Beauvoir’ın da vurguladığı gibi, seçimlerimizin sonuçlarını üstlenebilmeyi gerektirir.
Sorumluluk olmadan özgürlük yalnızca bir yanılsamadır; hatta çoğu zaman yeni bağımlılıkların, zincirlerin kapısını aralar.
Sosyal medyadaki özgürlük
Sosyal medyadaki “özgür ifade” ile “sorumlu ifade” arasındaki kopukluk günümüzün en büyük problemlerinden biri.
Bugün sosyal medya platformları bireylere tarihte hiç olmadığı kadar güçlü bir ifade özgürlüğü alanı sunuyor. Herkes birkaç saniyede kendi düşüncesini, duygusunu, hatta öfkesini milyonlara ulaştırabiliyor. (9*)
Ama işin sorunlu kısmı da burada başlıyor…
İnsanlar çoğu zaman “Ben özgürce konuşuyorum” derken, söylediklerinin başkaları üzerindeki etkisini göz ardı ediyor.
Bir tweet, bir yorum ya da bir video yalnızca “kişisel görüş” gibi görünse de, yanlış bilgi yayabiliyor, toplumsal kutuplaşmayı besleyebiliyor ya da bir bireyin itibarını zedeleyebiliyor.
Yani ifade özgürlüğü çoğu zaman sorumluluktan kopuk bir şekilde yaşanıyor.
Siz de denk gelmişsinizdir kesin, yanlış bir sağlık bilgisi bazen “özgürce paylaşılabiliyor” ve sırf bu yüzden bu bilgiye erişen milyonlarca insan risk altına girebiliyor.
Nefret söylemi veya ayrımcı bir dil “ben sadece fikrimi söylüyorum” kılıfı altında yayılabiliyor.
Bir de şimdi linç kültürü diye bir şey çıktı, bireylere “toplu şekilde yargılanmış ve cezası kesilmişcesine” özgür ifade etme hakkı bahanesiyle saldırılıyor, itibarları yerle bir edilebiliyor. Halbuki ortada bir sorun varsa bunun hukuk ile, polis ile çözülmesi gerek ama maalesef insanlar “özgür ifade” kisvesi altında hiç sorumluluk almaksızın birilerini linçleyebiliyor.
İkilemi siz de görebilirsiniz.
Özgürlük, sorumluluk olmadan yalnızca kaos üretir.
Bir insanın “özgürce” söyledikleri, bir başkasının yaşam hakkını, onurunu ya da güvenliğini zedelediğinde, özgürlük amacına değil, kendi zıttına hizmet etmiş olur.
Bu yüzden sosyal medyadaki ifade özgürlüğü tartışması, aslında daha derin bir soruyu gündeme getiriyor:
“Gerçek özgürlük, başkasının özgürlüğünü daraltmadan nasıl yaşanır?”
Özgürlük algısındaki bozukluk
Özgürlüğün sadece “kısıtlamasızlık” gibi algılanması günümüzde en yaygın yanılgılardan biri.
Birçok insan için özgürlük, “kimse bana karışmasın”, “istediğimi yaparım” ya da “sınır tanımamak” gibi kavramlarla eş anlamlı hale geliyor. Oysa bu bakış açısı, özgürlüğün derin boyutunu görmezden geliyor.
Eğer özgürlük yalnızca sınırsızlık olarak anlaşılırsa, bu durum bireyde bencilliğe yol açar.
Sorumlulukla dengelenmeyen bir özgürlük, toplum düzeyinde anarşi ve kaos üretir.
“Ben özgürüm” diyerek kuralları hiçe saymak, aslında başkalarının özgürlüğünü daraltan bir davranış haline gelir.
Örnekle gidelim:
Trafikte hız sınırlarını görmezden gelen biri, kendi özgürlüğünü yaşadığını sanırken, başkasının yaşam hakkını tehdit eder.
Bir toplulukta “ben istediğimi söylerim” anlayışı, ötekinin onurunu ve güvenliğini zedeleyebilir.
Tüketim kültüründe “özgürce seç” söylemi, sonuçları düşünülmeyen bir israf ve çevre felaketine dönüşebilir. (8*)
Buradaki temel mesele şudur:
Özgürlük, sorumlulukla dengelenmediğinde kendi zıddına dönüşür.
Bireyi gerçekten özgürleştirmek yerine, başkalarının haklarını çiğneyen bir tahakküm biçimi haline gelir.
Kısacası, özgürlüğü salt “kısıtlamasızlık” olarak görmek, onu bir değer olmaktan çıkarır.
Gerçek özgürlük, sınırların bilinciyle, başkasının hak ve özgürlükleriyle birlikte var olabilir.
Çözüm Önerileri
Stoacı Yaklaşımda Özgürlük
Kendi Tepkilerimizden Sorumluluk Almak
Stoacılığın en güçlü öğretilerinden biri de şudur:
“Olan biteni kontrol edemezsin ama ona verdiğin tepkiyi kontrol edebilirsin.”
Epiktetos’un da sıkça vurguladığı gibi, özgürlüğün gerçek alanı dış koşullarda değil, zihnimizin tutumlarında bulunur. Bu bakış açısı, özgürlüğü sorumlulukla doğrudan ilişkilendirir.
Dış dünyada ne olursa olsun, duygularımı, düşüncelerimi ve eylemlerimi seçme sorumluluğu bana aittir.
Haksızlığa uğrayabilirim ama öfkeye mi teslim olacağım, yoksa sakin mi kalacağım? Bu benim seçimimdir.
Başarısızlık yaşayabilirim ama bunu bir felaket mi göreceğim, yoksa bir öğrenme fırsatı mı? Bu da benim sorumluluğumdur.
Stoacıların bakış açısıyla özgürlük, “istediğimi yapmak” değil; kendimi yönetebilmek demektir.
Böylece özgürlük öz-disiplinle birleşir, bu da bizi duygularımızın kölesi olmaktan alıkoyar.
Sorumlulukla birleşir, bu sayede tepkilerimizin sonuçlarını sahiplenmemize yardım eder. Bu da özgürlüğün gerçek gücü ile birleşir, bu sayede başkasını değil, kendimizi dönüştürmeye odaklanabiliriz.
Kısacası, Stoacılık bize şunu öğretir:
Özgürlük, kendi tepkilerimizin sorumluluğunu aldığımızda başlar.
Varoluşçu Yaklaşımda Özgürlük
Seçim ve Seçimden Doğan Sorumluluk
Jean-Paul Sartre’ın meşhur ifadesiyle: “İnsan özgürlüğe mahkûmdur.”
Bu cümlenin altındaki düşünce şudur: Her an bir seçim yapıyoruz ve seçmemek bile bir seçimdir.
Varoluşçulara göre özgürlük, sınırsız bir serbestlik değildir. Tam tersine, her seçimin ardından sonuçlarını üstlenme zorunluluğu beraberinde gelir.
Bir işte kalabiliriz ya da ayrılabiliriz, bu özgürlüğümüzdür. Ama kalırsak o iş yerindeki kurallara uyma ya da ayrılırsak eski gelirimizi alamayacak olmak gibi sonuçları olur. O sonuçlar da bizimdir.
Birine dürüst davranabiliriz ya da yalan söyleyebiliriz. Bu karar bize aittir, ama doğurduğu güven veya güvensizlikten biz sorumlu oluruz.
Hayatta “kendi yolumu seçiyorum” dediğimizde bu yolun risklerini, başarısızlıklarını da kabullenmek zorundayız.
Varoluşçu yaklaşım bize şunu gösterir:
Özgürlük, sorumlulukla birlikte yürür.
Sorumluluk olmadan özgürlük yalnızca bir hayaldir, hatta tehlikeli bir yanılsamadır.
Çünkü sonuçlarını üstlenmediğimiz özgürlük, başkalarının haklarını ihlal eden bencil bir davranışa dönüşebilir.
Dolayısıyla varoluşçu bakış açısıyla çözüm şudur:
Özgürlüğü yalnızca “sınırların yokluğu” gibi değil, yaptığımız her seçimin arkasında durabilmek olarak görmek.
Kısaca özetlemek gerekirse, Özgürlük “Ben bunu seçiyorum.” demektir. Sorumluluk da “Seçimimin sonuçlarını ben üstleniyorum.” demektir.
Ve bu ikisi birbirinden ayrıldığında, özgürlük yalnızca bir yanılsama olarak kalır.
Modern Psikoterapi (ACT, CBT)
Seçimleri Değerlerle Bağlamak
Modern psikoterapiler, özgürlük ile sorumluluk arasındaki dengeyi kurmak için güçlü araçlar sunuyor.
Özellikle Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT) ve Bilişsel Davranışçı Terapi (CBT) bu noktada öne çıkıyor.
ACT yaklaşımı’nın bakış açısı şudur: (10*)
Hayatı bütünüyle kontrol edemeyiz, ama değerlerimiz doğrultusunda seçim yapabiliriz.
Yani özgürlük, sınırsız seçenekler arasında kaybolmak değil; kendi içsel pusulamıza göre karar verebilmek demektir. Bu aynı zamanda seçimimizin sorumluluğunu üstlenmeyi de içerir.
CBT yaklaşımı ise düşünce-duygu-davranış üçgeninde farkındalık kazandırarak, “özgür seçim”in daha sağlıklı yapılmasını destekler. (11*)
Mesela “başarısız olursam değersiz olurum” gibi bilişsel çarpıtmaları sorgulamak, kişiye hem daha gerçekçi seçimler yapma hem de sonuçlarını kabullenme gücü verir.
Bu terapiler ortak bir noktada birleşir…
Özgürlük, istediğimiz her şeyi yapmak değil; değerlerimizle uyumlu seçimler yapabilmek.
Sorumluluk ise, bu seçimlerin sonuçlarını kabul etmek ve onların yükünü taşımaktır.
Yine örneklerle gidelim…
Bir ebeveynin çocuğunu yetiştirirken “başarı” mı, yoksa “mutluluk” mu öncelikli değer olmalı? Burada özgürlük, hangi değeri seçeceğinde; sorumluluk ise, çocuğun hayatına yansıyacak sonuçlarda gizlidir.
Diyelim ki bir şehirde yaşıyoruz ve köye taşınma kararı aldık. Bu noktada özgürlük seçimi yapmaktır, sorumluluk ise bu seçimin getireceği yaşam tarzı değişikliklerini üstlenmektir.
Sosyal medyada görünür olabiliriz ya da daha içe dönük kalabiliriz. Yine bu tercihi yapmak özgürlük; görünürlüğün getirdiği eleştirileri ya da sessizliğin getirdiği görünmezliği taşımak da sorumluluktur.
Kısacası modern psikoterapi şunu öğretir:
Özgürlük, değerler ve sorumluluk ile birleştiğinde anlamlı bir yaşam mümkün olur.
Çünkü değerlerle bağlanmamış özgürlük başıboşluk üretir; sorumluluktan kopmuş özgürlük ise yalnızca kısa vadeli hazların peşinde koşmaktan ibaret olur.
Toplumsal Pratik
Özgürlük ve Başkalarının Hakları
Özgürlük çoğu zaman bireysel bir alan olarak algılansa da, gerçek hayatta hiçbir özgürlük tek başına var olmaz. Her seçimimiz, doğrudan ya da dolaylı olarak başkalarının yaşamına dokunur. İşte bu nedenle özgürlüğün sınırları, başkalarının haklarıyla kesiştiği yerde sorumlulukla belirlenir.
Sokakta yüksek sesle müzik dinlemek özgürlüktür; ama bu davranış çevresindekilerin huzur hakkını ihlal ettiği anda, sorumluluk boyutu devreye girer.
Sosyal medyada istediğimizi yazmak özgürlüktür; fakat yanlış bilgi yaymak ya da nefret söylemi üretmek, başkalarının güvenlik ve onur hakkını tehdit ettiğinde artık sorumluluk eksik kalmış olur.
Trafik kuralları bireysel özgürlüğü kısıtlıyor gibi görünse de, aslında herkesin güvenliğini garanti altına alarak daha geniş bir özgürlük alanı yaratır.
Bu bakış açısı bize şunu hatırlatır:
Özgürlük, sadece “istediğimi yaparım” demek değildir; aynı zamanda “yaptığım şey başkasının özgürlüğünü nasıl etkiliyor?” sorusunu sormaktır.
Gerçek özgürlük, sorumlulukla dengelendiğinde toplumsal bir güven alanı yaratır.
Sorumluluktan kopmuş özgürlük, kaosa ya da bencilliğe dönüşebilir. Ama sorumlulukla birleşen özgürlük, hem bireysel hem kolektif bir kazanım haline gelir.
Sonuç ve Okuyucuya Mesaj
Sanıyorum şunu fark etmek her birey için zaruri: Özgürlük tek başına bir ayrıcalık değil, sorumlulukla birlikte yaşandığında anlamlı.
Her seçim, sonrasında gelecek sonuçlara gebe. Bu sonuçların getireceği sorumluluğu yok sayarak yaşanan özgürlük her ne kadar özgürlük gibi görünse de huzura ket vuran, kaosa, anarşiye giden kapıyı aralayan gizli bir düşman.
Bu soru da size gelsin:
Özgür seçimlerinizin getireceği sorumlulukları umursamamanın getireceği ne olduğu belli olmayan sonuçları mı tercih ediyorsunuz yoksa özgürlüğün sorumlulukla daha anlamlı olduğunu düşünüyorsunuz?
Özgürlüğü ve sorumluluğu anlamak kadar, onları hangi kelimelerle dile getirdiğimiz de önemli… Bir sonraki yazılarda, sözcüklerin kökenine ve kültürlere taşıdığı anlam yolculuğuna bakmaya çalışacağız.
O zamana kadar, sevgiyle kalın.
📌 Kaynakça
- Jean-Paul Sartre – Varlık ve Hiçlik (1943)
- Simone de Beauvoir – Etik Üzerine (1947), İkinci Cins (1949)
- Hannah Arendt – İnsanlık Durumu (1958)
- Albert Bandura – Self-Efficacy (1977)
- Benjamin Libet – Do We Have Free Will? (1985)
- Greene, J. & Cohen, J. – For the Law, Neuroscience Changes Nothing and Everything (2004)
- Latane & Darley – The Bystander Effect (1968)
- Zygmunt Bauman – Liquid Modernity (2000)
- Shoshana Zuboff – The Age of Surveillance Capitalism (2019)
- Steven C. Hayes – Acceptance and Commitment Therapy (1999)
- Aaron T. Beck – Cognitive Therapy and the Emotional Disorders (1976)