Bugünün yolculuğunda hepimizin çok yakından tanıdığı bir profili beraber inceleyelim istiyorum.
Bir arkadaşımız, bir tanıdığımız, uzaktan bildiğimiz biri, belki biraz biz, kısaca çoğu kişinin paylaştığı bir profil bu.
Bu kişiye ufacık bir eleştiri yapılsa, hemen öyle bir savunmaya geçer ki sanırsınız canından can koparıldı.
- Ya ben onu o anlamda mı dedim?
- Hep zaten bana yükleniyorsun
Bu gibi şeyler söylemeye başlar.
Sonra bir süre bizi görmek falan istemez, çünkü geçen sefer onu incitmişizdir kesin, incinmemesi lazım.
Diyeceksiniz ki iyi de madem incindi söylesin, niye yok savunmaya geçiyor yok uzaklaşıyor falan. Asla söylemez.
Tartışma aralarına sürekli ya ben de böyleyim işte, bu da benim karakterim, değişmez şeklinde kendini geri beslemesiyle bilinir.
Bazen basit bi söz söyleriz, ya da söylemez sadecr bakarız, alınır. Bana niye öyle baktı? Niye öyle dedi? Aslında ne demek istedi? Hey Allahım.
Sık sık bu hisleri “demek ki beni sevmiyorlar, beni dışlıyorlar” varsayımlarına dönüşür.
Eleştiriye o kadar dayanıksız olan bu tarz kişiler için övgü mevhumu nasıldır peki?
Havada kapar, havada! Bayılır! İster ki hep övgü alsın, takdir edilsin, Ama oldu da reddedildi, dünyası başına yıkılır.
Üstüne bir de kendini suçlar böyle kişiler, kesin ben yanlış bir şey yaptım, ben zaten kimim ki diye düşünüp dururlar.
Kötü insanlardır demiyorum, hatta bizi incitmemek için kendini feda ederler. Onlar için sınır çizmek işkence gibidir, bi şekilde “idare etmeye” çalışırlar.
Bir de duygularını gizlemek için verdikleri gayret sebebi ile aşırı neşeli, sert ya da kayıtsız bir persona geliştirirler. Gerçek duygularını belli etmemeye çalışırlar ama zayıf görünmekten de ölesiye korkarlar.
İyi de kim bunlar dersiniz?
Ve işte karşınızda: Kırılganlar!
Bütün bu davranış örgüsünde şunu farketmişsinizdir, sanki bu kırılganlar, kırılgan kalabilmek için adeta bir savunma bakanlığı kurup bu kırılganlıkla bütünleşmiş gibi olduklarını bize ispatlamaya çalışır gibidirler.
Bu kadar olumsuz davranıştan söz ettiğim için kırılganlara kızgın olduğumu düşünebilirsiniz. Ama hayır…
Onlar benim canlarım. Belki de kendime en çok benzeyenler.
Bu yazıda birlikte şunu irdelemeye çalışacağız:
Kırılganlık gerçekten zayıflık mı, yoksa en derin gücümüz olabilir mi?
Konunun Felsefi ve Bilimsel Arka Planı
Felsefi Perspektif
Nietzsche ve Yara: Dönüşümün Başlangıç Noktası
Ne diyordu Nietzsche? İnsan, yalnızca acı çekerek derinleşir. Ve ona soracak olursak bazen insanın en büyük gücü, onun en derin yarasının içinden doğar.
İnsanın içindeki en derin yara, onun en büyük dönüşümüne yol açar.
Nietzsche’nin sıkça işlediği Amor fati yani yazgını sev öğretisinden daha önce de bahsetmiştik.
Nietzsche burada acıya rağmen değil, acı sayesinde dönüşen bir varlıktan söz eder.
Bence de kırılganlık dediğimiz şey, aslında bu acının kaynağı olan yaradır: bir çatlak, bir açık, bir sızlama noktası.
Ama farklı bir perspektiften bakacak olursak da o çatlak, ışığın içeri girdiği yer olabilir.
Bu felsefeyi doğadaki oluşumlarla eşleştirmek hoşuma gidiyor.
Mesela bazı kayalar vardır, kırılmazlar. Önce yanar, sonra soğurken şekil alırlar. Obsidyen gibi…
Volkanik patlamalar sonrasında, lavın hızla soğuması sonucu oluşan obsidyen taşı, aslında bir tür camdır.
Ama sıradan cam gibi değildir; hem sert, hem keskin, hem de ışığı geçiren bir yapısı vardır.
Onu bu kadar eşsiz yapan şey, içinden geçtiği yıkımdır. Önce bir patlama oluşur, o basınca ve kavrulmaya sebep verir, son olarak yavaş yavaş da soğur ve obsidyen oluşur…
İnsan da bazen böyle bir oluşa benzer:
İçimizdeki kırılma, her şeyi dağıtmakla kalmaz. Bizi yeni bir formda birleşmeye zorlar. Ve o yeni form, belki eskisinden daha sade, daha keskin ve daha güçlü olabilir.
“Yani aslında yara sadece bir iz değil, bazen yeni bir maddeye dönüşümün ta kendisidir.”
Nietzsche’ye göre de insanın kırılganlığı, onun potansiyelini yıkan değil; yeniden şekillendiren bir alan yaratır.
Yani yara, sadece acı değil, aynı zamanda estetik bir olaydır:
Kendimizle yaşadığımız en sahici karşılaşmalarımız, genellikle en çok kırıldığımız anlarda olur.
Amor fati bu yüzden sadece “kabul” değil, bir dik duruş da içerir:
Hayatın her parçasını; özellikle acılı olanları güzelliğin, gücün ve anlamın kaynağı haline getirmek.
Levinas ve Derrida: Ötekiyle Karşılaşmanın Kırılganlığı
Kırılganlık dediğimiz şey sadece içe dönük bir mesele değildir. Bazen başkasıyla karşılaştığımız anda ortaya çıkar. Ve işte tam orada, etik başlar.
Fransız-İbrani filozof Emmanuel Levinas’a göre:
Gerçek etik, diğer bir kişiyle yüzyüze karşılaştığımız anda başlar. O yüz bizim için büyük bir sorumluluk doğurur, ve bunu yaparken bizden hiçbir şey de talep etmez.
Levinas, insanı kapalı bir benlik değil, açık bir varlık olarak görür. Ona göre biz ötekinin varlığı karşısında savunmasız kalırız. Çünkü o yüz, bizde cevap verme zorunluluğu uyandırır.
“Ben” dediğimiz şey, ancak “öteki”nin varlığıyla belirginleşir.
Bu da şu anlama gelir:
Kendimizi güçlü sanırken, aslında çoğu zaman ötekine kapalıyızdır. Ama gerçek açıklık, kırılgan olmayı göze almaktır.
Yine Fransız bir filozof olan Derrida da der ki:
Gerçek karşılaşma, her zaman risk taşır.
Çünkü ötekine gerçekten açık olmak, korunmasız olmaktır.
Yani biriyle temasa geçmek, sadece iletişim değil; açık kalmayı göze almak demektir.
Ve bu açıklık, içinde bir tür kırılganlık cesareti barındırır.
Brene Brown ve Duygu Cesareti: Savunmasızlık Zayıflık Değil
Amerikalı araştırmacı ve hikâye anlatıcısı Brene Brown, “kırılganlık” kavramını psikolojik utanç ve aidiyet araştırmaları bağlamında ele alır.
Ona göre toplum bize yıllarca şöyle öğretti:
“Güçlü ol, duygularını belli etme, açık verme!”
Ama Brown’un yaptığı uzun yıllara dayanan saha çalışmaları, tam tersini gösterdi.
İnsanların en derin bağları, kendilerini en çok açtıkları, yani en savunmasız oldukları anlarda kuruluyordu.
Brene Brown kısaca şöyle diyor aslında:
Savunmasızlık, zayıflık değil; cesaretin en çıplak hâlidir. Hatta: Duygularını göstermekten korkmamak, gerçek cesarettir.
Brown’a göre savunmasızlık:
- “Bilmiyorum” diyebilmek,
- “Kırıldım” diyebilmek,
- “Yanlış yaptım” diyebilmek,
Ama bunları derken yine de kendine sadık kalabilmek demektir.
Kırılganlık, maskeleri çıkarma anıdır. Ve bu an, zayıflığın değil, derin insaniliğin en açık göstergesidir.
Bilimsel Perspektif
Polivagal Teori
Kırılganlığın Sinir Sistemiyle İlgisi
Amerikalı sinirbilimci Stephen Porges, Polivagal Teori’yle bize şunu söylüyor:
Kırılgan olmak, sadece psikolojik bir durum değildir.
Bu, sinir sistemimizin en eski sosyal reflekslerinden biridir.
Teoriye göre vücudumuzda vagus siniri adında, hem kalbi hem akciğeri hem de sindirim sistemini etkileyen büyük bir sinir hattı vardır.
Bu sinirin en önemli rolü şu:
Tehlike mi var, yoksa güvende miyiz?
Bu soruyu sorar, sonra bu soruya verdiği otomatik yanıtlarla bedenimizi şekillendirir.
Porges bu yapıyı üç seviyeye olarak işlemiş:
- Donma / kapanma (en ilkel tepki)
- Savaş ya da kaç
- Sosyal katılım sistemi (en gelişmiş sistem)
Ve işte ona göre kırılganlık, bu üçüncü alanda doğuyor.
Yani biriyle göz teması kurmak, ses tonunu yumuşatmak, dokunmak, samimi olmak sinir sistemimizin “güvendeyim” dediği anlarda mümkün oluyor.
Bunu şöyle düşünebiliriz: Savunmasızlık, sinir sistemimizin “şu an tehdit yok, açılabilirsin” dediği bir durum.
Ama geçmişinde travma yaşamış, çokça reddedilmiş, ya da değersiz hissetmiş kişiler için bu sistemin bozulmuş olabileceğini de vurguluyor.
Yani kişi aslında güvende olsa da beden hâlâ “tehlike var” sinyali veriyor olabilir.
Bu yüzden bazı insanlar için kırılganlık, sadece duygusal değil, nörolojik bir bariyerdir.
Travmanın Bedenle Yazıldığı Yer
Bessel van der Kolk ve Duygusal Zırhlar
Bessel van der Kolk, modern travma çalışmalarının öncüsü olan bir psikiyatristtir.
Ünlü kitabı “The Body Keeps the Score” (Beden Skor Tutar) şunu anlatır:
Travma, sadece zihinde değil, bedende de yaşanıyor.
Ve çoğu zaman, zihin unutuyor ama istesek de istemesek de beden mutlaka hatırlıyor.
Küçüklüğünde sıkça eleştirilen, görmezden gelinen, dışlanan, aşağılanan çocuklar bir süre sonra büyüyorlar… Biz diyoruz ki o çocuklar kimbilir ne kadar üzülmüşlerdir.
Belki de o çocuklar sadece üzülmekle kalmıyorlardır. Aynı zamanda bedeniyle de bir savunma geliştiriyorlardır.
Bu savunma bedene nasıl yansıyor?
- Sürekli tetikte olmamız gerekiyor hissi yaşıyorsak
- Omuzlarımızı kasıyorsak
- Dişlerimizi sıkıyorsak
- Sıcak bir temasta bile geriliyorsak
- Duygusal açıklık yerine duvar örmeyi alışkanlık haline getirmişsek
Van der Kolk’a göre bu refleksler, kişinin bilerek seçtiği bir şey değildir. Beden, tehlikeyi tekrar yaşamamak için kendini korumaya alır. Yani zırh, zihinsel değil; bedensel bir öğrenmedir.
Duygusal Zırh:
Bir Hayatta Kalma Stratejisi
Kırılganlığa izin vermeyen kişi, çoğu zaman bir “soğukluk” ya da “umursamazlık” maskesi takar. Ama o maske, genellikle eski bir yaranın üzerine giyilmiş nörolojik bir kalkandır.
Van der Kolk’un önemli tespiti şudur:
Travma yaşayan kişi, çoğu zaman bilinçsizce geçmişte yaşadığı acının şimdi de tekrar edeceğini varsayar. Bu yüzden her temasta bir savunma ihtiyacı hisseder.
Yani bugün yaşadığımız kırılganlık korkusu, aslında geçmişte kırıldığımız yerin yankısı olabilir.
Prefrontal Korteks:
Korkusuz Değil, Düşünebilen Cesaretin Merkezi
Beynimizin ön bölgesinde yer alan prefrontal korteks (PFC), karar alma, empati, planlama ve sosyal ilişkiler gibi yüksek düzeyli işlemlerden sorumludur.
Ama daha da önemlisi:
Korkuya rağmen açıklık gösterebilme yetimizin şekillendiği yer tam olarak burasıdır.
PFC, beynin daha ilkel bir merkezi olan amigdala (tehdit algısı) ile sürekli iletişim halindedir. Amigdala “tehlike var!” dediğinde, prefrontal korteks devreye girip şöyle sorar:
“Dur bakalım… Gerçekten bir tehdit mi var, yoksa bu sadece geçmiş bir yankı mı?”
Bu süreç sayesinde:
- Risk almadan önce durup düşünebiliriz.
- Duygularımızı bastırmak yerine ifade etmeyi seçebiliriz.
- Sosyal ilişkilerimizde empati kurabilir, açıklık gösterebiliriz.
Yani aslında:
Duygusal açıklık, bir içgüdü değil, bilinçli bir eylemdir. Ve bu eylem, prefrontal korteks sayesinde mümkün olur.
Gerçek Problem ve Çözüm Önerileri
Güçlü Görünme Zorunluluğu:
Modern Çağın Zihinsel Zırhı
Bugün “güçlü olmak”, çoğu zaman “kırılmamak” değil, hiç kırılmamış gibi davranmak anlamına geliyor.
- Hep meşgul,
- Hep üretken,
- Hep stabil görünmek zorundayız.
Bu görüntü, dışarıdan “başarı” gibi algılanıyor ama içeriden bambaşka bir şey yaratıyor:
Kendimizle olan bağı koparıyor.
Çünkü her duyguya, her zayıflık belirtisine karşı “işe yaramazlık”, “yetersizlik”, “başarısızlık” damgası vuruluyor.
Bu yüzden de insanlar ne hissettiklerini bastırıyor, duygularını konuşmuyor, yardım istemekten utanıyor.
Ne oluyor peki?
- İnsanlar ağlayamıyor ama panik atak geçiriyor.
- Konuşamıyor ama içten içe çöküyor
- “İyiyim ya” diyor ama bedeninde hastalıklar birikiyor.
Kısacası, bu “güçlü görünme takıntısı” aslında bizi en temel ihtiyacımızdan, duygusal bağlarımızdan ve içsel dengemizden uzaklaştırıyor.
Sürekli duygusal maskelerimizi takmamız bekleniyor. İlişkilerimizdeki bağlarımız ne kadar performans gösterdiğimizle ilişkilendiriliyor ve ister istemez tüm bu yaşananlar bizi samimi temaslardan, gerçek duygusal bağlardan koparıyor.
Bu da bizi maskeli baloda kendisini tanımadığımız ama maskesi üzerinden bir kişilik oturtmaya çalıştığımız insanlar haline getiriyor.
İyi ama ne yapalım?
Yapılması gereken kolay ama bir kaç kademesi olduğu kanaatindeyim.
Öncelikle kendi kırılganlıklarımızla temasa geçmeyi, barışmayı bilmemiz gerekiyor. Bir şeyi bilmiyorsak bilmiyorum, bir şeyden korkuyorsak korkuyorum, bir şeyi yapmak için yeterli hissetmiyorsak bunun için yeterli hissetmiyorum diyebilmeliyiz. Bir durumdan alındıysak, yanlış anladıysak, üzüldüysek, artık bize ne kendimizi kötü hissettiriyorsa, bunu eşimizle dostumuzla paylaşabilmeliyiz diye düşünüyorum.
Yetmedi mi hala “ay ben parlamam parlamam ama bir parlarsam çok fena parlarım”cılıklarımız?
Bunları yapmayı başarabilirsek sıradaki adım şu olmalı diye düşünüyorum:
Ne demiştik, yaramızdan güç almamız lazım.
Bence bu gücü kazanabilmek için öncelikle şunun farkına varmamız gerekiyor, bu kötü hissi bize başka biri mi yaşatıyor, yoksa kendimizin bazı yaraları kaşındı ve kendimiz sebepli mi bu hisleri yaşıyoruz?
Bu noktada karşı taraf sebep oluyor diye bakıyorsak, öncelikle bundan kurtulmamız lazım. Sonuçta başkalarının kuklası değiliz, bizi bizden başkası yönetemez, yönetirse robot gibi bir şey oluruz.
Öncelikle duygularımızın kendimizden kaynaklandığını anlamamız, öyle değilse de o hale çevirmenin yollarını bulmamız lazım.
Yoksa teslimiyeti dış dünyaya verip hayatın başımıza gelmesine sadece seyirci kalmış oluruz. Biz seyirci kalmak için değil, kendi hayatımızın başrolünde olmak için buradayız.
Demiştik ya en büyük yaramız en büyük dönüşümümüz olacak diye bunun öncelikli yolunun duygularımızın sahipliğini üstlenmemiz olduğu kanaatindeyim. Bunu başarabildiğimiz zaman güçlenmeye başlıyoruz demektir.
Bu noktadan sonra artık hislerimizi rahat rahat paylaşabilir hale geliriz, çünkü karşı tarafa hissimizi açtığımızda, iki ihtimal vardır, ya karşı taraf gerçekten kötü hissetmemizi istemiştir ve biz de bu şekilde bunu öğreniriz ve o kişiyle aramıza bir sınır çizeriz, ya da karşı taraf mantıklı bir biçimde kendini ifade eder biz de o zaman şunu görürüz:
Aslında doğru bir his yaşamamışız, yanlış anlamışız.
Bunu da burada bırakmamak gerektiğini düşünüyorum. Bir insan bir his yaşıyorsa illa ki bir sebebi vardır.
Çoğu zaman çocuklukta yaşadığımız bir travma, ya da eski ilişkimizde başımıza gelen bir şey, umulmadık bir durum bizi gereksiz bir hisse istemsizce itiyor olabilir.
Neden böyle hissettik acaba diye derine indiğimizde ana sorunu görmemiz ve anlamamız, o hisleri gereksiz yere tekrar tekrar yaşamamıza engel olacaktır.
Eğer olmuyorsa da bir psikoloğa, psikiyatra danışarak bu sorunun üstesinden gelmeyi deneyebiliriz. Onlar daha profesyonel biçimde yaklaşarak bu tarz sorunların sebebini bulmamızı sağlayabilir.
Bir problemin ne olduğunu bilmeden çözemeyiz.
Kırılganlık, kendi içsel problemlerimizi gizlememizin, biriktirmemizin yoludur. Kısa vadede mantıklı gibi görünse de uzun vadede bizi yorar, yavaş yavaş psikolojik olarak çöküşe geçeriz.
Yine bir kişisel örnek vermezsem duramam.
Eşimin eski Türk dizilerinden sansasyonel bölümleri izleme gibi bir zevki var. Tanıdığımdan beri bu böyle, boş zamanlarında açar izler kendi kendine güler, eğlenir. Ben de arada eşlik ederim.
Bir kaç sene önce, eşim bu dizi bölümlerini izlerken kendimi sık sık kötü hissettiğimi farkettim. Kırılganım ya söylemiyorum da gözlemliyorum kendimce.
En son şunu farkettim, hizmetçi tayfasının sahneleri geldiği zaman hızlıca geçiyor. Bir yerden sonra artık tepki vermeye başladım, ya sen niye böyle yapıyosun, hizmetçiler insan değil mi? Hemen geçiyorsun falan diye.
Eşim de sağolsun, lafını hiç esirgemez, dedi ne alakası var ben öyle bir insan değilim ki, sadece sürekli dedikodu yapıyorlar, hoşuma gitmiyor o yüzden hızlıca geçiyorum o sahneleri.
Kaldık mı kendi hissimizle başbaşa?
Ben niye böyle hissediyorum diye düşünürken şunu farkettim:
Çocukluğum varlıklı olmayan mahallelerde, zor ekonomik şartlar altında geçmişti, ve ben oradan kalma bir refleksle zor şartlar altında olan insanlara ayrımcılık yapılması hakkında aşırı hassaslaşmıştım.
Kırıldığım yerden çiçek açtım, hala daha zor durumda birine haksızlık yapılırsa sesim çıkar, ama artık o hisler gereksiz yere tetiklenmiyor.
Sonuç ve Okuyucuya Mesaj
Kırılganlık, kaçınılması gereken bir tehlike değil, yaşanması gereken bir derinliktir. Her ne kadar bizi zayıflatıyor gibi görünse de, o çatlaklardan sızan ışıkların yolumuzu aydınlatmasını sağlamamız mümkün.
Sizin sorunuzu da unutmadım:
En son ne zaman kendinizi tam anlamıyla duygusal anlamda çıplak, savunmasız ama aynı zamanda özgür hissettiniz?
Belki kırılmak kaçınılmaz. Ama kırılınca ne yapacağımız bizim elimizde.
İçimize çekilmek, duvar örmek, sertleşmek kolay…
Peki ya affetmek?
Sadece karşımızdakini değil; kendimizi, geçmişi, kırıldığımız hâli…
Bir sonraki yazımda, affetmenin sadece bir iyi niyet değil, bazen bir devrim olabilir mi bunu irdeleyecek, derinine inecek ve çözümlemeye çalışacağız.
O zamana kadar, sevgiyle kalın.