Bilinç ve Özgürlük: Gerçekten Özgür müyüz?

Hayatımız seçimlerle örülü.

Sabah alarmını 10 dakika ertelemek gibi küçük seçimlerden tutun da, başka bir ülkeye taşınmak gibi hayatımızı etkileyen seçimlere kadar her gün sayısız seçim yapıyoruz.

Seçim yapmak güzel, insana yaşadığını hissettiren bir eylem. Ama ya bu seçimleri daha iyi yapma şansımız varsa ve biz bunu farkedemediğimiz için yanlış seçimler yapıyorsak?

Acaba şu soruyu kendimize sorsak nasıl olur:

Bu seçimleri yaparken gerçekten özgür müyüz?

Bize bu kararları aldıran şey ne?

Gerçekten “özgür irademiz” mi, yoksa genetik kodlarımız, geçmiş deneyimlerimiz ve içinde yaşadığımız kültür mü bizi yönlendiriyor?

Ya da travmalarımız, bağımlılıklarımız bize bu kararları verdiriyor olabilir mi?


Bu yazıda karar alma alışkanlıklarımızı, beynimizin nasıl seçim yaptığını ve zihnin sustuğu anlarda özgürlüğün nasıl mümkün olabileceğini birlikte inceleyeceğiz.


Felsefi Perspektif

Spinoza - Zorunluluk İçinde Özgürlük

Spinoza’ya göre özgürlük, sanıldığı gibi “her şeyi yapabilme gücü” değildir.

Ona göre gerçek özgürlük, zorunluluktan doğar. İnsan zorunlu olarak doğanın bir parçasıdır ve zorunlu olarak özgürdür. Ama doğanın kanunlarını bilmeyen insanın özgürlüğü felakete davetiye çıkarabilir. (1*)

Yani insan, kendisini ve doğayı yöneten yasaları ne kadar derinden anlarsa, aslında o kadar özgürleşir.

Ona göre evrende hiçbir şey rastlantısal değildir.

Her şey (bir yaprağın düşüşü, bir insanın öfkesi, bir kararın doğuşu) nedenlerin zinciriyle belirlenmiştir.

Ama bu, kaderci bir teslimiyet değildir; tam tersine, bilinçli bir farkındalığa açılan bir kapıdır.

Çünkü insan, bu zincirin bir halkası olduğunu idrak ettiğinde, artık zincire körü körüne bağlı kalmaz.

Kendini o zincirin içinde bilerek hareket etmeye başlar.

İşte bu bilme hâli, Spinoza’nın “özgürlük” dediği şeydir.

Zihin, tutkuların, arzuların, korkuların etkisiyle bulanıktır.

Bir arzuya kapıldığımızda, onun bizi yönettiğini fark etmeyiz; o anki duygusal fırtınanın etkisinde olduğumuzu bilsek de o hissin vermemize sebep olduğu kararları özgür irade ile aldığımızı düşünürüz.

Ama zihin sessizleştiğinde, arzu bir nesne gibi görünür hâle gelir.

Artık onunla özdeş değilizdir; onu görür, nedenini anlarız.

Bu farkındalık anı, eylemin zorunluluktan bilinçli seçime dönüştüğü noktadır.

Spinoza’ya göre insan “tutkularının kölesiyken” özgür değildir, ama tutkularının nedenini anladığı anda zincir çözülür.

Çünkü bilmek, yön değiştirmektir.

Bir davranışın nedenini kavramak, onun üzerindeki zorunluluğu aşmanın tek yoludur.

Bu yüzden, Spinoza’nın özgürlük anlayışı sessizlikle yakından ilişkilidir:

Zihin sustuğunda, düşünce değil farkındalık konuşur.

Ve farkındalık, zorunluluğu ortadan kaldırmaz ama onun içindeki boşluğu gösterir. O ince alanda seçim doğar.

Belki de özgürlük, iradeyle değil, farkındalıkla ilgilidir.

Çünkü gerçekten gördüğümüz şeyi artık körü körüne yapamayız.

Ve işte o anda, insan ilk kez kendi yaşamının öznesi olur.


Sartre - Özgürlüğe mahkûmiyet 

Sartre’ın anlayışına göre özgürlük bize verilmiş bir hediye değil, sırtımıza yüklenmiş bir yüktür. (2*)

Ona göre insan, “özünden önce var olur.”

Yani önce doğarız, sonra kim olduğumuzu seçimlerimizle belirleriz. (3*)

Bu yüzden insan, özgür olmaya, kim olduğunun seçimini özgür biçimde yapmaya mahkûmdur, çünkü başka çaresi yoktur.

Ne kadar kaçarsak kaçalım, her an bir seçim yaparız. Hareketsiz kalmak bile bir seçimdir ve bu yüzden bir sorumluluktur. Bir şey yapmamayı seçtiğimizde bile, o kararı veren yine bizizdir.

Sartre’ın özgürlük anlayışı, zihnin sustuğu anlarda keskinleşir.

Çünkü zihin konuştuğu sürece, binbir bahane üretir:

“Koşullar elverişli değildi”, “elimde seçenek yoktu”, “ben böyleyim zaten…”

Oysa sessizlik geldiğinde, bu bahaneler teker teker çözülür.

Geriye sadece çıplak bir gerçek kalır:

Seçen biziz.

Zihin sustuğunda, varoluşla baş başa kalırız.

Artık gürültünün arkasına saklanamayız.

Korkular, beklentiler, mazeretler birer birer düşer; geriye sadece saf sorumluluk kalır.

Sartre’ın “hiçlik” dediği alan tam da burasıdır:

O içsel boşluk, aynı anda hem ürkütücü hem de yaratıcı bir potansiyel taşır.

Çünkü insan, o hiçliğin içinde kendini yeniden yaratabilir.

Sessizlik burada pasif bir suskunluk değil, varoluşun çıplak gerçeğiyle temas alanıdır.

Zihin sustuğunda, hiçbir rol, hiçbir maske kalmaz.

Sadece “ben” ve “seçimlerim” kalır.

Ve işte tam o anda, özgürlüğün paradoksu belirir:

Kurtulmak istediğimiz zincirleri çoğu zaman kendimiz örmüşüzdür.

Ama aynı biz, o zincirleri çözebilecek tek varlığız.

Belki de Sartre’ın demek istediği de buydu:

Özgürlük, kaçamayacağımız bir zorunluluktur.

Ama o zorunluluğu fark ettiğimizde, ilk kez gerçekten özgür oluruz.


Doğu Perspektifi (Zen / Advaita) - Seçen ile Seçilenin Birliği

Doğu öğretisinde özgürlük, bir eylem değil, bir hatırlamadır.

Zen’e göre insan zaten özgürdür; sadece bu özgürlüğü unutur.

Zihin, sürekli “ben” diyen bir merkez yarattığı için, özgürlük bir mücadelenin konusu haline gelir.

Oysa özgürlük mücadele edilerek kazanılmaz; kendimizle olan yanlış özdeşleşmenin çözülmesiyle açığa çıkar.

Lao Tzu’nun dediği gibi: (4*)

“Gerçek özgürlük, kim olduğumuzu değil, kim olmadığımızı anlamakla başlar.”

Bu cümledeki bilgelik, özgürlüğü bir kazanım değil, bir ayıklama süreci olarak görmesinde yatar.

Bir şey “eklenmez”; sadece gereksiz olan ayıklanır, ortada safi benlik kalır.

Bir maskeyi indirmek gibidir, altındaki yüz hep oradadır.

Advaita (ikiliği reddeden) felsefesinde özgürlük, “seçen” ile “seçilen”in ayrımının ortadan kalkmasıyla belirir.

Çünkü bu ayrım, aslında zihnin yarattığı bir yanılsamadır.

Zihin bir seçim yaptığını düşündüğünde, ortada iki kutup vardır:

Ben ve seçim.

Ama farkındalık derinleştiğinde, bu iki kutup tek bir akışta erir.

Tıpkı bir nehrin yönünü seçmeye çalışması gibi düşünebiliriz:

Nehrin yaptığı şey seçim değildir o sadece akar.

Ama akışın farkında olduğunda, artık zorunluluk değil, doğallık vardır.

Bu yüzden Zen’de “doğal eylem” (wu wei) özgürlüğün ifadesidir:

Eylem vardır ama çaba yoktur; karar vardır ama merkez yoktur.

Nisargadatta Maharaj bunu şöyle dile getirir (5*):

“Sen ne yaptığın, ne düşündüğün, ya da ne hissettiğin değilsin. Bunların tümünü gözlemleyen farkındalığın kendisisin.”

Bu bakış açısında özgürlük, bir karar anında değil, “seçme” yanılsamasının ötesinde başlar.

Zihin sustuğunda, eylem hâlâ sürer ama ortada “yapan” yoktur.

Yalnızca yaşamın kendi akışı vardır.

Belki de gerçek özgürlük, bir şeyleri değiştirmeye çalışmakta değil, zihnin müdahalesiz doğallığında saklıdır.

Zihin ne kadar sessizleşirse, özgürlük o kadar zahmetsizleşir.

Çünkü o zaman artık “ben seçiyorum” diyen biri yoktur; sadece yaşamın kendi seçimi kalır ve o da zaten bizizdir.


Bilimsel Perspektif

Sinirbilim ve Karar Alma

Felsefe yüzyıllardır özgür iradeyi tartışıyor, ama 20. yüzyılın sonlarına doğru bu tartışma laboratuvara taşındı.

Sorunun özü şuydu:

Biz karar verdiğimizi ne zaman fark ediyoruz ve bu kararları gerçekten biz mi veriyoruz?

1980’lerde Benjamin Libet’in yaptığı deneyler, bu soruya rahatsız edici bir pencere açtı. (6*)

Katılımcılardan basit bir görev istendi:

Bir düğmeye istedikleri anda basacaklardı.

Eylemle eşzamanlı olarak beyin aktiviteleri EEG ile ölçüldü.

Sonuç şaşırtıcıydı:

Beyinde “hazırlık potansiyeli” denilen sinyaller, kişi bilinçli olarak “şimdi basacağım” demeden yaklaşık 300 milisaniye önce ortaya çıkıyordu.

Yani beyin, karar “alındığını” fark etmeden önce eyleme hazırlanıyordu.

Bu, birçok araştırmacıya göre özgür iradenin bir yanılsama olabileceğini gösteriyordu.

Eylem, bilinçli kararın önünde gidiyordu. Biz sadece geriden gelip o kararı “ben verdim” diye sahipleniyorduk.

Fakat Libet’in kendisi bu sonucu bütünüyle kaderci biçimde yorumlamadı.

Ona göre insanın tamamen “otomatik” olmadığını gösteren küçük ama kritik bir alan vardı:

Veto” veya “geri çekilme” anı.

Yani beyin eyleme hazırlansa bile, farkındalık devreye girip “hayır” diyebiliyordu.

İşte özgür iradenin kalıntısı belki de tam orada saklıydı… Eylemi başlatmakta değil, onu durdurabilmekte.

Sonraki yıllarda John-Dylan Haynes ve Chun Siong Soon’un fMRI deneyleri,

beyindeki karar izlerinin, kişi farkına varmadan 7 saniye öncesine kadar tahmin edilebildiğini gösterdi. 

Bu bulgular, beynin otomatik süreçlerinin ne kadar derin ve hızlı işlediğini ortaya koyuyordu. (7*)

Ama nörobilim burada da keskin bir “özgürlük yoktur” sonucuna varmadı.

Aksine, farkındalıkla birlikte prefrontal korteks devreye girdiğinde tablo değişiyordu.

Beynin bu bölgesi, planlama, etik yargı, empati ve özdenetimle ilişkilidir.

Yani davranışı yalnızca limbik dürtüler değil, farkındalığın kalitesi de belirliyordu.

Bilinçli karar alma anında, prefrontal korteksin etkinliği artıyor, aynı anda default mode network’ün içsel gevezeliği azalıyordu.

Bu, sessizliğin nörobiyolojik karşılığı gibiydi:

Zihin sustuğunda, kararlar otomatik değil, bilinçli hale geliyordu.

Dolayısıyla mesele “özgür irade var mı yok mu” ikilemi değildir.

Asıl soru şudur:

Farkındalık hangi anda devreye giriyor?

Çünkü beyin otomatik olarak başlatsa bile, bilinç o sürece tanıklık ettiğinde, seçim nitelik değiştirir.

Artık dürtü değil, farkındalık yönlendirir.

Libet’in deneyindeki “veto” anı, tam da bu farkındalık anıdır.

Bu, prefrontal korteksin bilinçli kontrol bölgelerinin (özellikle dorsolateral PFC) devreye girdiği andır. Yani nörofizyolojik düzeyde farkındalığın bedensel karşılığıdır.

Belki de özgür irade, karar vermeden önce değil, kararın içinde uyanabilme kapasitesidir.

Beyin eyleme hazırlanır; ama farkındalık o eylemin bilincine varır.

İşte o farkındalıkta, otomatiklik çözülür, seçim doğar.

Zihin sustuğunda değil, bilinç uyanık olduğunda özgürlük başlar.


Bilinçli Karar ve Default Mode Network

Modern nörobilim bize şunu gösterdi:

Zihnin sessizliği, aslında beynin yeniden düzenlenmesidir.

Sessizlik anlarında beynin “Default Mode Network” (DMN) adı verilen, benlik anlatılarını ve otomatik iç konuşmayı sürdüren ağı yavaşlar. (8*)

Bu ağ, geçmişle gelecek arasında gidip gelen o tanıdık zihinsel uğultunun merkezidir:

“Ben ne yapacağım?”, “Keşke öyle demeseydim”, “Yarın şöyle olursa…”

Zihin sustuğunda bu ağın faaliyeti azalır.

Yani sessizlik yalnızca dış seslerin değil, içsel tekrarların da sönmesidir.

fMRI çalışmalarına göre bu durumda beynin prefrontal korteks ve insula gibi farkındalık merkezleri daha güçlü bağlantılar kurar. 

Bu sayede bilişsel esneklik artar.

Birey artık geçmiş kalıplarından değil, anın verilerinden hareket eder.

Karar, refleks olmaktan çıkar; bilinçli bir seçim hâline gelir.

Bunu bir tür “nöral ferahlık” olarak düşünebiliriz.

Zihin yankılarını susturduğunda, beynin farklı bölgeleri arasında yeni yollar açılır. 

Tıpkı trafik azaldığında alternatif güzergâhların görünür olması gibi.

Sessizlik, beynin karmaşık anlatı ağlarını sadeleştirir. (9*)

Bu sadeleşme sayesinde kişi, otomatik düşüncelerin dışına çıkarak daha özgün kararlar alabilir.

Artık tepki vermez, yanıt verir.

Karar, geçmiş alışkanlıkların değil, farkındalığın ürünüdür.

Nörobilimciler buna “meta-bilinç” der:

Kişi artık sadece düşünmüyor, düşündüğünün farkına varıyor.

Ve tam da o anda (yani zihin sustuğunda ama bilinç uyanıkken) özgürlük nörolojik bir olasılık hâline gelir.

Belki de özgür irade, eylemde değil; otomatikliğin sönmesinde doğuyordur.

Sessizlik, bu yüzden bir boşluk değil, yeni bir karar alanıdır.


Gerçek Problem ve Çözüm Önerileri

Problem: Özgürlük Yanılsaması

Birçoğumuz “özgür olduğumuza” inanmak isteriz.

İstediğimiz kahveyi seçtiğimizde, hangi şehirde yaşayacağımıza karar verdiğimizde ya da hangi mesleği sürdüreceğimizi belirlediğimizde, bu kararları kendi irademizle aldığımızı düşünürüz.

Ta ki kendi irademizle aldığımız bu kararlar bizim sağlığımıza, psikolojimize, verimliliğimize, mutluluğumuza, huzurumuza ket vurana kadar.

Halbuki biraz yakından baksak, bu özgürlüğün çoğu zaman bir yansıma olduğunu fark ederiz. Bize ait olmayan seslerin, içselleştirilmiş kalıpların yankısı…

“Ben böyleyim” dediğimiz her yerde, aslında geçmişin ve çevrenin sesi konuşur.

Kültür, aile, eğitim, din, toplumsal cinsiyet rolleri…

Hepsi zihnimizin arka planına kodlanmış görünmez algoritmalar gibidir.

Bu kodlar, tıpkı otomatik bir yazılım gibi, kararlarımızı biz fark etmeden yönlendirir.

Bir insanın özgür olduğunu sanması, bazen sadece o algoritmayı fark etmemesindendir.

“Ben kahvemi şekersiz içerim” demek bile, yıllar önce bir otorite figüründen (bir ebeveynden, bir öğretmenden, bir modadan) geçmiş bir alışkanlığın devamı olabilir.

Yani özgürlük, üzerine düşünülmeden otomatik verilen kararlar yüzünden çoğu zaman sadece alışkanlıkla uyumlu seçim yapma özgürlüğüdür.

Toplum da bu yanılsamayı besler.

Reklamlar bize “kendin ol” der, ama aynı anda “nasıl biri olmamız gerektiğini” de söyler.

Eğitim sistemleri bireyselliği över, ama itaat etmeyi öğretir.

İş dünyası yaratıcılığı ödüllendirir, ama risk almayı cezalandırır.

Sonuçta “özgür seçim” dediğimiz şey, çoğu zaman kültürel onay mekanizmalarının süzgecinden geçmiş bir tercihten ibarettir.

Psikolojide buna içselleştirilmiş normlar denir.

Yani dışsal kurallar artık dışarıdan gelmez;

bizim içimizde konuşur.

Böylece “yapmalısın”, “yapmamalısın”, “ayıp olur”, “doğru budur”, “elalem ne der” gibi sesler özgür irade kılığına bürünür.

Asıl tehlike de buradadır.

Zihinsel alışkanlıklar, etik tercihler ya da toplumsal roller sorgulanmadığında, özgürlük yalnızca bir kozmetik süse dönüşür.

Sanki seçim yapıyormuşuz gibi hissederiz ama aslında seçilen biz oluruz.

Gerçek özgürlük, “her şeyi yapabilmek”te değil; “neyi neden yaptığını fark edebilmek”tedir.

Çünkü farkındalık olmadan verilen karar, ne kadar karmaşık görünürse görünsün, hâlâ otomatik bir tepkidir.

Zihin sessizleştiğinde, bu otomatik mekanizmalar görünür hale gelir.

Bir düşünce gelir, “evet bunu istiyorum” deriz.

Ama bir adım geri çekildiğimizde fark ederiz ki o isteği biz seçmedik aslında o istek bizi seçti.

İşte o an, farkındalık özgürlüğe dönüşür.

Çünkü artık içselleştirilmiş sesler değil, bilincin sessiz tanıklığı konuşur.

Gerçek özgürlük, koşulsuz eylem değil; koşulları görebilme ve o koşullar altında ya da o koşullara rağmen o eylemi seçebilme yetisidir.


Çözüm - Farkındalıklı Seçim

Özgürlük, mutlak bir kopuş değil; farkındalığın ince ayarıdır.

Gerçek özgürlük, dış koşulların ortadan kalkmasıyla değil, onları fark etme biçimimizin dönüşmesiyle başlar.

Spinoza’nın dediği gibi, “Zorunluluğun bilgisi özgürlüktür.”

Yani özgür olmak, zincirleri kırmak değil; zincirleri görmek ve onları ve kendimizi yeniden şekillendirebilmektir.

Çünkü fark edilen şey, artık otomatik olmaktan çıkar, özgür seçim halini alır.

Bu yüzden farkındalıklı seçim, sessizliğin içinden doğar.

Zihin sustuğunda, o küçük boşlukta bir an belirir.

Henüz karar verilmemiş, ama kararın şekillenmeye başladığı an.

İşte özgürlüğün tohumları da tam orada atılır.

Kendim için hazırladığım, sizlerle de paylaşmaktan mutlu olacağım şu listeye bir göz atalım:

Sessizlik anlarını farkındalık pratiği olarak kullanmak.

Sessizlik yalnızca dış dünyanın gürültüsünün bitmesi değil, zihinsel yankıların da seyrekleşmesidir.

Bir karar vermeden önce, birkaç saniyeliğine sessiz kalmak, beynin otomatik devrelerinden farkındalık ağlarına geçmesini sağlar.

Bu an, nörobilimsel olarak prefrontal korteksin devreye girdiği, yani “bilinçli kontrol”ün mümkün hale geldiği andır.

Karar vermeden önce durmak ve düşüncenin arkasındaki dürtüyü gözlemlemek.

Bir isteğin ya da kararın kökenini merak etmemiz kadar doğal bir şey yok.

Bu seçim gerçekten bize mi ait, yoksa bir alışkanlığın, korkunun, ya da başkalarının onayını alma isteğinin ürünü mü?

Çoğu zaman dürtüler, özgür irade kılığına bürünür.

Genelde altında bir ihtiyaç, bir korku ya da bir eksiklik duygusu yatar. Kimi zaman öfke, kimi zaman onay arayışı, kimi zaman kaçınma.

Gözlemlemek, bu dürtülerin etkisini yumuşatır.

“Ben mi seçiyorum, yoksa alışkanlığım mı?” sorusunu yöneltebiliriz.

Bu basit ama dönüştürücü soru, özgürlük kasımızı çalıştırır.

Bir anda sigaraya uzanırken, sosyal medyayı açarken ya da aynı tartışma cümlesini tekrar ederken bile sorabiliriz:

“Bunu ben mi seçiyorum?”

Bu farkındalık anı, otomatik zincirin halkasında bir boşluk yaratır. Ve o boşlukta seçim yeniden doğar.

Günlük “Seçim Günlüğü” tutabiliriz.

Günün sonunda, verdiğimiz önemli kararları kısa notlarla yazabiliriz:

“Bugün şu konuda şöyle davrandım, neden?”

Burada amaç yargılamak değil, gözlemlemektir.

Birkaç gün içinde, hangi dürtülerin bizi yönlendirdiğini, hangi kararların gerçekten bizim özümüzden geldiğini fark edebiliriz.

Bu pratikler birer farkındalık laboratuvarı gibidir. (10*)

Zamanla, karar anlarında sessizlik kendiliğinden belirir. Artık tepki vermek yerine yanıt vermeye başlarız.

Çünkü içsel bir duruluk, düşüncenin akışına yön verir.

Ve o anda, özgürlük soyut bir kavram olmaktan çıkar; yaşanan bir deneyim haline gelir.

Zihnin sustuğu ama bilincin tamamen açık olduğu o an, özgürlüğün nörolojik ve varoluşsal kesişim noktasıdır.

Belki de insan, o anlarda ilk kez gerçekten “seçen” olur.


Sonuç ve Okuyucuya Mesaj

Araştırdık ve gördük ki, gerçek özgürlük ne düşünceleri bastırmakta, ne de düşüncesizce her istediğimizi yapmakta. Kafamızdaki düşüncelerin kökenini görürsek, ve ona rağmen ya da onunla birlikte hala o düşünce ya da eylemi mantıklı bulup uyguluyorsak, o zaman özgür bir seçim yapmış olabiliriz.

Bilinç sandığımız şey her zaman bilinç değil, tekrar edilmiş, tatbik edilmiş alışkanlıkların bize dayattığı otomatik davranış biçimleri olabilir. Bu açıdan bakınca, bilinci susturabilirsek ve gözlemleyebilirsek, otomatikleşmiş irade ile değil farkındalık ile karar vermeyi başarabiliriz.

Belki de özgürlük, düşünmeyi bırakmak değil; düşüncenin bizi yönetmesine izin vermemektir….


Peki bu farkındalığı sürdürebilmek için zihin hangi yanılsamalardan kurtulmalı?

Bir sonraki yazıda ‘Ben’ kavramının kökenine ineceğiz: kim karar veriyor? Zihin mi, bilinç mi?

O zamana kadar, farkındalıkla ve huzurla kalın.


Kaynakça

  1. Spinoza, Baruch. Ethica ordine geometrico demonstrata (1677).
  2. Sartre, Jean-Paul. L’Être et le Néant (Varlık ve Hiçlik). Gallimard, 1943.
  3. Sartre, Jean-Paul. Existentialism Is a Humanism. (1946).
  4. Lao Tzu. Tao Te Ching. (MÖ 4.–6. yy).
  5. Maharaj, Sri Nisargadatta. I Am That. Chetana, 1973.
  6. Libet, Benjamin et al. “Time of Conscious Intention to Act in Relation to Onset of Cerebral Activity.” Brain, vol. 106, no. 3, 1983, pp. 623–642.
  7. Soon, Chun Siong, Brass, Marcel, Heinze, Hans-Jochen, & Haynes, John-Dylan. “Unconscious Determinants of Free Decisions in the Human Brain.” Nature Neuroscience, 11(5), 2008, pp. 543–545.)
  8. Brewer, Judson A. et al. “Meditation Experience Is Associated with Differences in Default Mode Network Activity and Connectivity.” Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS), 108(50), 2011, pp. 20254–20259.
  9. Frith, Chris D. Making Up the Mind: How the Brain Creates Our Mental World. Blackwell, 2007.
  10. Kabat-Zinn, Jon. Wherever You Go, There You Are: Mindfulness Meditation in Everyday Life. Hyperion, 1994.
You've successfully subscribed to Cenk Ebret Personal Website
Great! Next, complete checkout to get full access to all premium content.
Error! Could not sign up. invalid link.
Welcome back! You've successfully signed in.
Error! Could not sign in. Please try again.
Success! Your account is fully activated, you now have access to all content.
Error! Stripe checkout failed.
Success! Your billing info is updated.
Error! Billing info update failed.