Ben deyince aklımıza çoğunlukla sakin, huzurlu, kendimizi iyi hissettiğimiz zamanki “ben” gelir.
Ama bazen bir öfke, kıskançlık, üzüntü ya da utanç anı yaşarız; o duyguyla beraber anlık bir tepki veririz.
Olayın sıcaklığı geçince ise pişman olur, o davranışı kendimize yakıştıramaz, “Keşke öyle davranmasaydım.” deriz.
Sanki o tepkiyi veren kişi “ben” değilmiş de, önceden belirlenmiş otomatik bir davranışı gerçekleştiren ayrı bir ben varmış gibidir.
Hatta bazen iç sesimiz devreye girer ve bizi azarlar:
“Hiç sana yakıştı mı?”
“Al işte, yine yaptın yapacağını…”
“Kendini tanı; sen tam da böyle birisin…”
Ve başımızın etini yer.
İşin garip yanı şu ki, davranışı yapan biziz. Kendine yakıştıramayan da biz. İçimizdeki bu ses de bizden geliyor.
O zaman şu sorunun zamanı gelmiş gibi sanki:
Bunların hepsi ‘ben’ mi, yoksa benden içeride başka bir ben daha mı var?
Bu yazıda, “Ben” dediğimiz deneyimin nasıl oluştuğunu; beden, zihin ve bilinç arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışacağız.
Konunun Felsefi ve Bilimsel Arka Planı
Felsefi Perspektif
Mevlânâ ve “Benlik katmanları”
Mevlânâ, “ben” dediğimiz varlığı tek parça sabit bir kimlik olarak değil, katman katman açılan bir yolculuk olarak görür.
İnsanın iç dünyasını nefs - kalp - ruh çizgisi boyunca olgunlaştırması gerektiğini söyler.
Bu üç katmanı şöyle düşünebiliriz:
1. Nefs (Tepkisel Ben)
Bu düzey, hayatın bize dokunduğu ilk alan.
Duyguların hızlı yükselip hızlı indiği, savunmaların tetiklendiği, otomatik tepkilerin verildiği yer.
Burada benlik kendini korumaya odaklıdır.
Öfkelendin. Kırıldın. Savunmaya geçtin.
Her şey ani, her şey sıcak.
2. Kalp (Hisseden ve Anlam Arayan Ben)
Nefs’in dalgaları biraz durulur ve kişi iç sesini, duygusunu ve niyetini seçmeye başlar.
Burada benlik, “Ne hissediyorum?” “Ne istiyorum?” diye sormaya başlar.
Tepki azalır, farkındalık doğar.
3. Ruh (Sessiz Tanık, Derin Ben)
Burası sözcüklerin azaldığı, yorumların çözüldüğü ve sadece düşüncenin izlenebildiği alan.
Benlik burada bir hikâye olmaktan çıkar, sessiz bir farkındalık haline gelir.
Bir merkez gibi.
Acele etmeyen.
Kanıtlamayan.
Sadece gören. (1*)
Mevlânâ bize “Nefs kötü, ruh iyi” gibi bir şey demiyor burada.
O sadece bir yol tarif ediyor.
Çünkü insan bazen öfke olur, bazen teslimiyet, bazen derin bir sükûnet.
Hepsi insana dair.
Ama “ben” dediğimiz şey hangisine en çok tutunduğumuz ile şekilleniyor.
Nefs konuşur. Kalp duyar. Ruh tanık olur.
Ve biz çoğu zaman, bu üç katmanın hangisinin konuştuğunu fark etmeyiz.
O yüzden “Ben mi yaptım, yoksa içimdeki başka bir şey mi?” sorusu ortaya çıkıyor.
Belki de cevap, bu katmanlar arasında sessizce bekliyordur. Belki de “ben”, sandığımız yerden çok daha derindedir.
Merleau-Ponty: Ben, bedenin dünyayla kurduğu ilişki içinde ortaya çıkar
Fenomenolog Merleau-Ponty’ye göre “ben” dediğimiz şey, zihnin içinde oturan soyut bir varlık değildir.
Benlik, bedenin dünya ile temas ettiği yerde doğar.
Yani biz dünyayı yalnızca düşünerek değil, dokunarak, duyarak, görerek, koklayarak, hareket ederek deneyimleriz.
Ve bu deneyimlerin toplamı, kendimizi nasıl hissettiğimizi belirler.
Ona göre benlik denen şey aslında:
Elin kapıyı açarken hissettiği ağırlık,
Gözün bir yüzü tanırken duyduğu sıcaklık,
Omuzların bir anda gerildiğinde fark etmeden aldığın savunma pozisyonu,
Ve kalbin bir anda hızlandığında bunun “tehlike mi, heyecan mı” olduğunu yorumlamaya çalışan iç sessizlik…
İşte “ben” oradadır.
Bir soyut düşünce olarak değil, bedenin dünya ile kurduğu canlı ilişki içinde. (2*)
Merleau-Ponty özetle bize şöyle der:
“Düşünce, beden olmadan var olamaz. Çünkü ben, dünyayı bedenim aracılığıyla bilirim.”
Bu şu anlama gelir:
Biz sadece dünyayı deneyimlemiyoruz; dünya da bizi şekillendiriyor.
Bir bakış, bir tonda söylenen söz, bir ten, bir mesafe, bir sıcaklık, bir soğukluk…
Hepsi bedenimizde bir iz bırakır.
Ve biz o izleri alır, onlara bir anlam verir ve şöyle deriz:
“Ben buyum.”
Oysa “ben”, sahip olduğumuz düşüncelerden önce, bedenimizde yaşadığımız duyumların izidir.
Bu bakış açısı, benliği nerede aramamız gerektiğini değiştirir.
Benlik düşüncenin içinde değil, bedenin sessiz hafızasında saklı olabilir.
Sözlerin bittiği yerde bile beden konuşmaya devam eder.
Nietzsche’ye göre “Düşünen bir öz yoktur; düşünce olur ve biz ona sonradan ‘ben’ deriz.” (3*)
Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım”cümlesini hepimiz duymuşuzdur. Nietzsche bu konuda biraz farklı düşünüyor. Kendisi “‘Düşünüyorum’ dediklerinde aslında çok fazla şey önceden kabul etmiş olurlar.
Benlik, düşünceden sonra icat edilir.” derken de bu konuya değiniyordu.
Kısaca ona göre biz genelde bir düşünce belirdiğinde, onun sahibi olduğumuzu zannederiz. Sanki zihnimizin bir köşesinde oturan sabit bir “ben” varmış ve tüm düşünceleri o üretiyormuş gibi.
Oysa çoğu düşünce, kendiliğinden gelir.
Bir duygu yükselir.
Bir kelime belirir.
Bir tepki doğar.
Ve biz, onların ortaya çıkışına sonradan yetişiriz.
Aslında olan şudur:
Kafada düşünce oluşur.
Ve biz ona “ben” deriz.
Düşünce bir dalga ise, benlik o dalganın çıktığı deniz değil, o dalganın yüzeyde bıraktığı şekil gibidir.
Nietzsche’nin işaret ettiği yer tam burasıdır:
Benlik içten gelen tek bir varlık değildir; bir akış, bir oluş, bir ilişkilenme halidir.
Biz sabit değiliz.
Kendimizi her an yeniden kurarız.
Duygu değişir, düşünce değişir, beden değişir, dünya değişir ve benlik, bu değişimlerin içinde akan bir iz olarak ortaya çıkar.
Bu yüzden bazen “ben bunu neden yaptım?” diye sorarız.
Çünkü yapan da, yorumlayan da, pişman olan da aynı sabit kişi değildir.
Benlik bir nokta değil, bir hareket, bir oluştur.
Ve belki de mesele, kendimizi tanımlamak değil, kendimizi olurken fark etmek ve sürekli kendimiz için iyi olacak şekilde yönlendirmek, geliştirmektir.
Bilimsel Perspektif
Somatik İşaretleyici Kuramı (Damasio)
Beden duyguyu saklar; zihin sadece adlandırır.
Nörobilimci Antonio Damasio’ya göre, bir olay yaşadığımızda ilk tepkiyi veren zihin değil, bedendir. Önce beden konuşur.
Kalp hızlanır.
Nefes daralır.
Omuzlar kasılır.
Midede bir düğüm belirir.
Göğüste bir ağırlık, ya da tam tersine bir açıklık hissi oluşur…
Bu duyumsamalar, deneyimin bizde bıraktığı bedensel izlerdir.
Ve biz çoğu zaman, bu izlerin sebebini sonradan zihnimizle açıklamaya çalışırız.
Yani önce duygu bedende yaşanır, sonra zihin onu etiketler.
Damasio buna somatik işaretleyici der. Vücudun, geçmiş deneyimlerin duygusal yükünü içinde taşıması ve yeni bir durumda aynı duyguyu yeniden çağırması.
Örneğin birisi ses tonunu yükselttiğinde, belki çocukken duyduğumuz bir azarlanma anısı bedenimizde canlanır, ve biz bir anda savunmaya geçeriz.
O an düşünerek karar verilmez. Zira karar, çoktan verilmiştir.
Zihin ise ancak sonra devreye girer ve der ki:
“Sinirlendim.”
“Üzüldüm.”
“Kırıldım.”
Duygu bedende olur; düşünce sadece onun hikâyesini yazar. (4*)
Bu bakış, “ben”i zihnin içine kapatan anlayışı kırar.
Çünkü eğer beden geçmişi saklıyorsa ve tepkilerimiz anlık değil öğrenilmiş ise, o zaman “ben” dediğimiz şey sadece düşünen, hisseden, davranan değil, tüm bunların iç içe geçtiği, yaşayan bir süreçtir.
Ben sabit bir kimlik değil; beden - zihin - duygu etkileşiminin her an yeniden oluşan örüntüsüdür.
Enaktif Biliş (Varela & Thompson)
Benlik, organizmanın dünya ile sürekli etkileşiminden doğar.
Enaktif biliş, ilk defa 1991’de Nörobilimci Varela, öğrencisi ve yardımcısı olan Thompson ve bilişsel felsefeci Rosch tarafından yayınlanan “The Embodied Mind” (Bedenlenen Zihin) adlı akademik eserde ortaya kondu.
Bu yaklaşım, 3 temel bilimsel gözleme dayanıyor.
1- Sinir Sistemi Kendini Dünyayla Etkileşim İçinde Düzenler
Sinir sistemi dışarıdan veri alan bir bilgisayar gibi çalışmaz. Duyulardan gelen bilgi pasif olarak alınmaz.
Sinir sistemi aktif olarak anlamlandırır.
Buna nörobilimde Active Inference / Predictive Processing (Etkin yorumlama / Öngörücü işleme) deniyor.
Özetle söylenen şey şu:
Beyin sürekli tahmin yapar
Dünya ile karşılaşınca tahminini günceller
Bu süreç benlik hissini sürekli değiştirir.
2 - Beden Olmadan Zihin Oluşmaz
Bu sadece felsefi bir iddia değil, nörofizyolojik bir bulgu. Yani aslında beynimizde benlik hissinin oluşmasını sağlayan şeyleri şu şekilde tanımlayabiliyoruz:
İç organlardan gelen sinyaller (interosepsiyon)
Kas tonusu, duruş, hareket duyusu (propriosepsiyon)
Bu ikisi duygusal durumlarımızı ve benlik hissimizi doğrudan belirliyor.
Mesela kalp ritmini hafifçe değiştirmek bile kişinin “kendimden eminim / değilim” algısını değiştirir. (Barrett, Critchley, Damasio’nın çalışmalarında teyit edildi.)
Yani benlik dediğimiz şey beden, algı ve duygu ortaklığından meydana gelen bir olgu. Tek başına “düşünce” değil.
3- Çevreyle Etkileşim Kesilirse, Benlik Dağılır
İzolasyon tankları, uzay görevlerinde yaşanan duyusal minimizasyon ve sosyal izolasyon deneyleri bize deneysel olarak gösterdi ki; etkileşim kesildikçe benlik duygusu çözülmeye başlıyor ve bir yıkıma doğru yol alıyor.
Yani benlik dediğimiz şey, dünya ile temasımız devam ettiği sürece vardır.
Temas azalınca zaman algımız dağılır, öz-duygumuz, bulanır, iç konuşmamız bile sessizleşmeye başlar, temas kesilirse komple susabilir.
Burada da anlıyoruz ki benlik, dünyanın içinde oluşuyor. Ve her temasla yeniden şekilleniyor. (5*)
Bir taşın soğukluğu, bir bakışın sıcaklığı, bir melodinin içimizde yarattığı titreşim…
Hepsi, bizim kim olduğumuzu o anda yeniden kuruyor
Organizma (yani biz) sürekli bir etkileşim hâlindeyiz. Duyuyoruz, hareket ediyoruz, tepki veriyoruz, anlamlandırıyoruz.
Ve bu döngü hiç bitmiyor.
“Ben” bu döngünün içinde, beden ile çevre arasında sürekli doğan bir ilişki biçimi.
Bir sonuç değil, bir oluş süreci.
Bu yaklaşımda benlik, dünyadan ayrı bir zihin ürünü değil; tam tersine, dünyayla kurulan ilişkinin kendisidir.
Yani ben dünya ile temas ettikçe ortaya çıkarım. Temas kesildiğinde ise benlik biçim değiştirir.
Bir başka deyişle, “ben” statik bir kimlik değil, her yeni deneyimle yeniden yazılan bir karşılaşmalar hikâyesidir.
Günlük yaşamda bunu şöyle hissederiz:
Bir doğa yürüyüşünde kendimizi genişlemiş, bir tartışmada daralmış, bir müzikte çözülmüş gibi hissettiğimizde…
Aslında benliğimiz, çevreyle olan etkileşimine göre şekil değiştirir.
Ben, içe kapalı bir merkez değil, açık bir sistemdir.
Enaktif yaklaşım bize diyor ki: Benliği anlamak istiyorsanız, onu içeride değil, dış dünya ile olan ilişkilerinizde arayın.
Çünkü “ben” tek başına var olmaz. Her zaman bir şeye, birine, bir ana dokunarak ortaya çıkar.
Toplumsal ve Kültürel Bağlam
Biz “ben” derken çoğu zaman içimizden konuşan sesi kastederiz ama o sesin nereden geldiğini pek düşünmeyiz.
Sanki doğduğumuz andan beri içimizdeymiş, hep bize aitmiş gibi…
Oysa benlik, dünyaya gözümüzü açtığımız andan itibaren diğerlerinin aynasında şekillenmeye başlar.
Mead: “Ben”, diğerlerinin aynasında şekillenir.
Benliğin doğuştan gelmediğini; kişinin kendini başkalarının tepkileri, bakışları ve tutumları aracılığıyla öğrendiğini söyleyen sosyal psikolog Mead’e göre insan, kendini tek başına tanıyamaz. Kendimizi başkalarının tepkilerinden, bakışlarından, ses tonlarından öğreniriz.
Bir çocuk, önce şunu fark eder: Gülümsediğimde annem de gülümsüyor. Demek ki iyi bir şey yapıyorum. Sesimi yükselttiğimde ortam geriliyor. Demek ki tehlike var.
Yani “ben kimim?” sorusunun cevabı, daha bebekliğimizden itibaren ilişkilerden süzülerek geliyor.
Bu açıdan bakınca benlik, yansımaların toplamıdır diyebiliriz. (6*)
Goffman - Kimlik bir sahne performansıdır.
İnsanların günlük yaşamda farklı durumlara göre farklı roller oynadığını ve kimliğin aslında bu sosyal sahne performanslarından oluştuğunu söyleyen sosyolog olan Goffman der ki:
Hepimiz günlük hayatta bir sahnedeyiz.
Evde başka, işte başka, arkadaşlarla başka, kalabalıkta başka davranırız.
Bu iki yüzlülük değildir.
İnsanın toplumsal uyum mekanizmasıdır.
İçimizde tek bir ben yoktur; farklı ortamlarda farklı benlik yüzeyleri ortaya çıkar.
Kimlik, yaşanan ana göre oynanan rol gibidir.
Ve bu rol, zamanla gerçek ben sandığımız bir maskeye dönüşebilir. (7*)
Aile, kültür ve başarı tanımları iç sesi şekillendirir
“Güçlü ol.”
“Sessiz ol.”
“Herkesi memnun et.”
“Başarılı olursan değer kazanırsın.”
“Hata yapma.”
“Zayıflık gösterme.”
“Ağlama.”
Bu cümlelerin hangisi bize öğretilmedi ki?
İç sesimizin tonu, çoğu zaman kendi sesimiz değildir. Aileden gelir, kültürden gelir, okuldan gelir, övgüden gelir, kırılmadan, utançtan, gururdan gelir.
Ve bir süre sonra, biz o sesi kendimiz sanmaya başlarız.
İç sesimizin tonu bile bize ait olmayabilir.
Bazen içimizde konuşanın “ben” olduğunu sanırız. Ama belki de o ses, yıllardır içimizde taşıdığımız bir yankıdır.
Gerçek Problem ve Çözüm Önerileri
Problem
Bir noktadan sonra insan, kendisi hakkında sürekli aynı cümleleri tekrar etmeye başlar.
“Ben böyleyim.”
“Benim huyum bu.”
“Ben hep böyle tepki veririm.”
“Ben değişemem.”
“Benden adam olmaz.”
Ama çoğu zaman bu cümleleri biz seçmemiş oluruz. Bunlar aslında bize öğretilen, yansıtılan, ödüllendirilen ya da cezalandırılan cümleler. Üzücü olan şu ki çoğumuz o hikâyeyi kendi sesimiz sandık.
Öyle sanmakla kalsak iyi…
İyi görünmek için sustuk,
Kaybetmemek için eğildik,
Güçlü kalmak için duygularımızı sakladık,
Sevilmek için kendimizi düzeltip durduk...
Ve içimizdeki ses, yıllar içinde otomatikleşmiş bir anlatıcıya dönüştü:
“Yine aynı şeyi yaptın.”
“Bu sana yakıştı mı?”
“Hiç değişmeyecek misin?”
Zamanla tepkilerimiz düşünmeden verilen reflekslere dönüşür, duygularımız kendiliğinden patlar ya da bastırılır, kimliğimiz donmuş, katı, sabit bir şeye dönüşür.
Sanki içimizde tek bir “ben” varmış ve o da hep böyle kalmak zorundaymış gibi.
Acının doğduğu yer de tam burası:
Biz olduğumuz kişiyi yaşamamaya başlarız.
Biz, bizi yaşamaktan vazgeçeriz.
Ve bu olursa insan, kendine yabancılaşır.
Dışarıdan “normal” görünür. Ama içimizde sessiz bir cümle yankılanır:
“Sanki kendim değilim.”
Çözüm Önerileri
Beden farkındalığı: “Ben”i yalnızca zihinde değil, bedende hissetmek
Benliğin yalnızca düşüncelerden ibaret olmadığını fark ettiğim an, bedenime dönmeye başladığım andı.
Bir duygunun yükseldiğini fark ettiğimde artık önce şunu soruyorum:
“Bu bedenimde nereye dokunuyor?”
Bazen göğüs sıkışıyor.
Bazen karın bölgesi daralıyor.
Bazen omuzlar fark etmeden yukarı kalkıyor.
Ve sadece orada, birkaç nefes kalmak bile şunu hatırlatıyor:
Düşünce, bedenin konuşmasından sonra gelir.
Yani “ben” dediğim şey, başımın içindeki ses değil sadece; bedenimin sessizce anlattığı hikâye de benim.
Duyması zor olan belki budur:
Beden hakikatten yalan bilmez.
İç sesi izlemek: yorumlamak değil, duymak
İçimizde konuşan sesle savaşmak gerekmiyor. Onu düzeltmeye çalışmak da gerekmiyor.
Ben iç sesimi bastırmaya çalıştıkça, o daha da büyüdü. Sertleşti. Daha da yüksekten konuştu.
Bir gün sadece dinlemeyi denedim.
Yorumlamadan.
Haklı çıkarmadan.
Susması için zorlamadan.
Sadece “Tamam, seni duyuyorum.” dedim ve dinledim. Sanki dışardan bir ses gibi.
Sonra olan şey ne mi oldu?
Ses yumuşadı.
Hatta bazen tamamen sustu.
Çünkü bazen içimizdeki ses bağırmıyor, duyulmak istiyor.
Hikâyeyi bırakmak: kendini tanımlamak yerine yaşantıyı deneyimlemek
Uzun süre kendimi cümlelerle tarif etmeye çalıştım:
“Ben şöyle biriyim.”
“Ben böyle davranırım.”
Ama fark ettim ki, bu cümlelerin her biri beni donduruyordu.
Kim olduğumu anlamaya değil, kim olduğumu sabitlemeye çalışıyordum.
Oysa insan sabit değil. Her gün biraz değişiyor. Her temas yeni bir iz bırakıyor.
Bu yüzden artık kendime bunu söylüyorum:
“Kendimi açıklamak zorunda değilim; kendimi yaşayabilirim.”
Bir davranışı anlamak için ona isim vermek gerekmiyor.
Bir duyguyu sahiplenmek için onu etiketlemek gerekmiyor.
Sadece şunu fark etmek yeterli:
Bu duygu bana iyi geliyor mu, yoksa beni daraltıyor mu?
İyi geliyorsa korunur.
Değiştirilebilir bir şeyse dönüştürülür.
Değiştirilemiyorsa olduğu haliyle kabul edilir.
Bazen sadece orada kalmak bile, benliği yeniden kurmak için yeterli.
Sonuç ve Okuyucuya Mesaj
Belki de “ben” dediğimiz şey, kendimizi tarif etmeye, açıklamaya çalıştığımız o sabit kimlik değildir.
Belki “ben”, her temasla yeniden doğan, bedenin bir anda sıkışmasında, nefesin yumuşamasında, içten yükselen bir duyguda, ve bütün bunları sessizce izleyen farkındalıkta ortaya çıkan akışın kendisidir.
Hiçbir an bir öncekiyle aynı değilse, biz de aynı kalamayız.
Ben, tamamlanmış bir cevap değil; her an yeniden sorulan bir sorudur.
Ve şimdi soru size dönüyor:
İçinizde konuşan ses gerçekten size mi ait, yoksa size yıllar önce öğretilmiş bir yankıdan mı ibaret?
Bu soruyu “doğru” şekilde yanıtlamanız gerekmiyor. Hatta cevap hemen gelmeyebilir. Belki gelmemesi bile iyidir.
Çünkü bazen dönüşüm, cevap bulduğumuzda değil, sadece duymaya cesaret ettiğimizde başlar.
Bir sonraki yazıda, bu sessiz alanın kendisine bakacağız: “Sessiz Tanık”
Düşünceleri susturmadan, onları bastırmadan, sadece izleyen bir farkındalık acaba mümkün olabilir mi?
Belki de “ben” dediğimiz şey, tam da orada ortaya çıkıyordur...
O zamana kadar sevgiyle, farkındalıkla ve kendinizle kalın.
Kaynakça
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî – Mesnevî
- Merleau-Ponty – Phenomenology of Perception (Algının Fenomenolojisi)
- Nietzsche – On the Genealogy of Morality / Beyond Good and Evil
- Antonio Damasio – Descartes’ Error
- Varela, Thompson & Rosch – The Embodied Mind
- George Herbert Mead – Mind, Self, and Society
- Erving Goffman – The Presentation of Self in Everyday Life
