Kontrol Yanılsaması: Özgürlük mü, Görünmez Zincir mi?

Bazen bir müsabaka izlerken kritik bir anda "ayağa kalkarsak desteklediğimiz taraf başarılı olacak" gibi ya da benzer bir düşünceye kapıldığımız ve buna gönülden inandığımız zamanlar olur. Hele ki o yaptığımız şey sonrasında başarı geldiyse bu yönde, ama başarısız olunduysa da diğer yönde olacağı hakkında düşünceler aklımızda döndüğü de olur.

Bu duruma göre bir sonraki karşılaşmada ayağa kalkmamızın veya kalkmamamızın başarıyı belirleyen faktör olduğunu düşünüp ona göre kalkar ya da kalkmayız.

“Ne kadar masum ve şirin bir yaklaşım bu, ne var bunda?” diye düşünenler olacaktır, ama bu tek bir örnek.

Biraz da şunlara bakalım:

Evden çıkarken şemsiye almayarak yağmurun yağmayacağına inanan da var, evden sol ayakla çıkarsa başına bir iş geleceğine inanan da. Bunlara inanmakla kalsalar iyi, çoğu insan bunu bir hakikat gibi de dillendirir.

“Aman böyle şeyler hep beni bulur” denir, “Tam düşündüm düşündüğüm şey o an oluverdi” denir, denir de denir…

Hatta bu inanış üzerinden partnerinin davranışını önceden tahmin edeceğine inanan bile olur.

Bu tarz kişilerde bu gibi inanışlara inanma seviyesiyle doğru orantıda iş yerlerinde, evlerinde, arkadaşlıklarında da her şeyi planlayabileceğine benzer inançlar hasıl olur.

Olmasına olur da, bu tarz düşünmenin, inanmanın bize yararları, zararları ne yönde olabilir?

Acaba kontrol yanılsamasına düşüyor olabilir miyiz?

Kontrol yanılsaması nedir diye arayınca karşımıza şöyle bir tanım çıkıyor:

Bir kişinin dış koşulları ve olayları olduğundan daha fazla veya daha az kontrol edebildiğine dair yanılsamadır. Bu bilişsel çarpıtma, bireyin kontrol elinde değilken kontrolü eline almış gibi düşünmesine ya da kontrol elinde iken kontrolsüzlük hissine kapılıp sorumsuz davranışlarda bulunmasına sebebiyet verebilir.

Haydaa!

Enteresan olan şey, bu anlattığım örneklerdeki davranış biçimlerine bayağı benziyor bu kontrol yanılsaması.

Yoksa gerçek değiller mi? Yoksa kontrol yanılsamasının kurbanı mı olduk? Yoksa süper yeteneklerimiz, gizli güçlerimiz yok mu?

Durun durun.

Şimdi büyük büyük laflar etmenin değil, aksine kontrol yanılsamasının zihnimizi nasıl hapsettiğini ve özgürlüğümüzü nasıl daralttığını derinlemesine irdelemenin zamanı.

Her hafta olduğu gibi bu konunun da felsefi, bilimsel, toplumsal ve kültürel açılardan derinlerine inmeye çalışalım bakalım neyle karşılaşacağız…

Bir önceki yazıda beklentileri konuşmuştuk; şimdi onları besleyen kontrol yanılsamasına yaklaşıyoruz.

Felsefi ve Bilimsel Arka Plan

Felsefi Bakış Açısı

Epiktetos (Stoacılık): Özgürlüğün Sınırları ve Kontrol Yanılsaması

Epiktetos’a göre insanı köleleştiren şey zincirler değil, zihninde kurduğu yanlış inançlardır. Bir köle olarak doğmasına rağmen, Stoacılığın en büyük temsilcilerinden biri haline gelmesi, bu düşüncenin somut bir kanıtıdır aslında. (1*)

Epiktetos’un öğretilerinde kritik bir ayrım vardır: doğanın bize bıraktığı alan ve bizim dışımızda işleyen alan. Yani kendi kararlarımız, niyetlerimiz, tutumlarımız bize aittir; hava durumu, başkasının sözleri, davranışları ya da yazgının sürprizleri ise bizim elimizde olmayan şeylerdir.

Elimizde olmayan şeyleri “sanki elimizdeymiş” gibi sanır, sonra da hayal kırıklıklarıyla yüzleşiriz. 

Mesela: 

“Hastalanmamayı kontrol edebilirim”,

“Çocuğum hep benim istediğim gibi davranmalı”, 

“İşimde hep hak ettiğim yere gelmeliyim”… 

Epiktetos’un gözünden bu tarz düşünceler özgürlüğü değil, köleliği doğuran türde düşüncelerdir. 

Çünkü biz aslında gücümüzün dışında olan şeyler üzerinde gücümüz var sanmaktayızdır ve bunları kontrolümüz altında sanarken olaylar beklediğimiz şekilde gerçekleşmeyince hayal kırıklığına uğrayacak şekilde kendimizi prangalamış oluruz.

Stoacı bilgelik bize der ki:

Gerçek özgürlük, kontrol yanılsamasını fark etmekle başlar. 

Elimizde olanı bilmek bizi güçlendirir, olmayanı ya da olup olmayacağı belli olmayanı zorlamaktan vazgeçmekse bizi zincirlerden kurtarır.

Bu bakış açısı ile baktığımız zaman, stoacılık öğretileri bizi bu ve benzeri yanılsamalardan ve prangalardan uzak tutmaya yardımcı olur gibi görünüyor.


Spinoza: Özgürlük, Zorunluluğu Anlamaktan Geçer

17. yüzyıl filozofu Spinoza’ya göre, insanın gerçek özgürlüğü “dış koşulları yönetebilmekten” değil, evrenin zorunluluklarını kavrayabilmekten doğar. Ona göre dünya rastgele olayların sahnesi değil; nedensellik zinciriyle işleyen zorunlu bir düzendir.  (2*)

Biz çoğu zaman “ben özgürüm, istediğimi yaparım” deriz. Oysa Spinoza’ya göre bu bir yanılsamadır. Çünkü davranışlarımızı etkileyen binlerce etmen vardır: bedenimizin istekleri, arzularımız, toplumsal koşullar, hatta doğanın kendi yasaları. Bunların tümü belirleyicidir.

Peki özgürlük nerededir?

Spinoza’ya göre özgürlük, bu zorunlulukların farkına varmakta yatar. Yani “neden böyle davrandığımı, neden böyle hissettiğimi” anladığım anda, o davranışın kölesi olmaktan çıkarım. Kendi içgüdülerimin ve dış koşulların beni sürüklediği bir yolcu olmaktan çıkıp, onları bilinçli olarak kavrayan bir özneye dönüşürüm.

Bu, kontrol yanılsamasıyla çok yakından ilişkilidir. Çünkü çoğu zaman “dış dünyayı kontrol ediyorum” zannederiz; oysa kontrol edemediğimiz şeylere çarpa çarpa hayal kırıklıkları yaşarız. 

Spinoza bize der ki:

Asıl özgürlük, dış dünyayı dizginlemekte değil, onun zorunlu doğasını bilmekte ve kendimizi bu bilgiye göre uyarlamakta gizlidir.

Örneğin bir partnerin her zaman “bizi anlaması” beklentisine girmek, kontrol yanılsamasıdır. Spinoza’ya göre özgürlük, “karşımızdakinin de kendi zorunluluklarının ürünü olduğunu” kavramaktır. Böylece ondan bize uygun davranışı zorla beklemek yerine, onun doğasını anlayarak ilişkimizi yeniden kurgulayabiliriz.

Kısacası Spinoza’ya göre özgürlük, zincirleri kırmaktan değil; zincirlerin nerede olduğunu bilmek ve onların içindeki hareket alanını bilgece kullanmaktan geçer.

Bunun da önündeki en büyük engellerden biri kontrol yanılgısı. Çünkü bu yanılgıya düştüğümüzde kendi kontrolümüzde olan şeyleri kaçırırken kontrolümüzde olmayan dış sebeplere de kontrolü teslim etmiş oluyoruz ve bu bize pek faydası olan bir durum değil.


Erich Fromm: “Özgürlükten Kaçış”

20. yüzyılın önemli düşünürlerinden Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış adlı eserinde insana dair temel bir paradoksa işaret eder:

İnsan özgür olmak ister, ama aynı zamanda özgürlüğün getirdiği belirsizlik ve yalnızlık duygusundan korkar. (3*)

Özgürlük, sadece “iplerin elimizde olması” değil; aynı zamanda dış otoriteye, geleneklere, kalıplara bağlı olmadan kendi kararlarımızı veriyor olmak demektir. 

Fakat bu, belirsizliğin yükünü de beraberinde getirir:

“Ya yanlış bir şey yaparsam? Ya seçimlerim yalnız kalmama sebep olursa? Ya kontrol edemezsem?”

Fromm’a göre bu korku, insanı sahte güvenlik alanları yaratmaya iter. Yani kişi, özgürlüğün sorumluluğundan kaçmak için otoritelere, dogmalara ya da batıl inançlara sarılır. Burada kontrol yanılsaması ortaya çıkar:

Evden çıkarken sol ayakla çıkmamak, işte “şemsiye almazsam yağmur yağmaz” gibi düşünceler ya da partnerin tepkisini önceden “kesin şöyle yapar” diyerek belirlemeye çalışmak…

Tüm bunlar aslında bilinçdışında şu mesajı taşır:

“Belirsizliği kaldıramıyorum, o yüzden küçük semboller, sahte kontrol mekanizmalarıyla kendimi güvende hissediyorum.”

Fromm’un tespiti ise şudur:

Özgürlük, yalnızca zincirleri kırmak değil; belirsizliğin ağırlığına rağmen o sorumluluğu taşımayı göze alabilmektir. İnsan, özgürlüğün getirdiği kaygıyla yüzleşmekten kaçtıkça, kendi zihninde zincirler üretir.

Kontrol yanılsaması da bu zincirlerin en yaygın biçimidir: bize sahte bir güvenlik hissi verir, ama aslında özgürlüğümüzü daha da kısıtlar.

Filozoflar yüzyıllardır özgürlük, zorunluluk ve yanılsama arasındaki ilişkiyi tartışıyor. Fakat bu ilişki sadece soyut düşüncenin konusu değil. Aslında modern psikoloji bize kontrol yanılsamasının yalnızca felsefi değil, deneysel olarak da gözlemlenebilir bir olgu olduğunu gösteriyor. Gelin şimdi, bu kavramın bilimsel temellerine bakalım.


Bilimsel Perspektif

Psikoloji: “Kontrol yanılsaması” kavramı (Ellen Langer, 1975)

Psikoloji literatüründe “kontrol yanılsaması” terimi ilk kez 1975’te Ellen Langer tarafından ortaya atıldı. (4*) Langer’in deneylerinde insanlar tamamen şansa bağlı durumlarda bile (örneğin zar atmak, piyango bileti almak, kart çekmek) kendi davranışlarının sonucu değiştirebileceğine inandılar.

Mesela zar atarken daha sert sallamanın yüksek sayı getireceğini ya da daha yavaş atmanın düşük sayı getireceğini sanmak. Ya da piyango biletini kendisi seçenin, rastgele verilen bilete göre daha şanslı olacağını düşünmesi.

Bu deneylerin gösterdiği şey şudur: İnsan zihni, belirsizlikten hoşlanmaz. Bu belirsizliği azaltmak için, sonuç üzerinde etkisi olmasa bile “benim elimde” yanılsaması yaratır.

Günlük hayatta da sık sık trafikte kornaya basınca ışığın daha çabuk yanacağını sananları, sınavda “şanslı kalem” kullananları, futbol izlerken oturma şeklini değiştirirse gol olacağına inananları görebiliriz.

Bunlar eğlenceli görünebilir, ama aynı mekanizma ilişkilerde ve iş hayatında da devreye girdiğinde sorun yaratır. Çünkü kişi karşısındaki insanın ya da hayatın doğal akışını “kontrol edebileceğine” inandığında, beklentiler ve hayal kırıklıkları kaçınılmaz olur.

Kontrol yanılsaması psikolojide şu şekilde tanımlanır:

Bir kişinin dış koşulları ve olayları olduğundan daha fazla ya da daha az kontrol edebildiğine inanması.

Yani, elimizde olmayan bir şeyi elimizde sanmak ya da elimizde olanın sorumluluğunu üstlenmeyip “zaten benim kontrolümde değil” diyerek geri çekilmek.

Psikoloji bize kontrol yanılsamasının davranışlarımızda nasıl ortaya çıktığını gösteriyor. Ama işin daha derin bir boyutu var: Bu yanılsama sadece zihinsel bir kuruntu değil, beynimizin biyolojik işleyişinde de karşılığını buluyor. 

Yani kontrol hissi aslında sinir sistemimizin ödül mekanizmalarıyla doğrudan bağlantılı. 

İşte tam bu noktada nörobilim devreye giriyor…


Nörobilim: Predictive Brain ve Güvenlik Arayışı

Nörobilim bize beynin en temel işlevlerinden birinin, geleceği tahmin etmek olduğunu söylüyor. (5*) Özellikle prefrontal korteks, “predictive brain” (öngörücü beyin) yaklaşımıyla açıklanan bir mekanizmayla sürekli geleceği hesaplıyor.

Yani beynimiz, dış dünyadan gelen sinyalleri yalnızca kaydetmiyor; bir sonraki an ne olacağını öngörmek için modeller kuruyor. Bu, evrimsel açıdan hayatta kalma avantajı sağlayan bir durum. 

Eğer bir çalı hışırdadığında yırtıcı çıkabileceğini öngörürsek, kaçmaya hazır hale geliriz, bu da hayatta kalma şansımızı arttırır.

Ama bu sistemin yan etkisi de vardır…

Beyin, kesinliği sever; belirsizliğe tahammülü azdır. Bu yüzden öngörülerle kendimize güvenlik alanları yaratmaya çalışırız. İşte kontrol yanılsaması da burada sahneye çıkar. Beynimiz, aslında hiçbir etkimiz olmayan bir olay üzerinde bile “ben bunu öngörebiliyorum, kontrol edebiliyorum” hissini üretir.

Mesela zar atarken daha sıkı sallamanın sonucu değiştireceğini sanmak, ya da partnerimizin ruh halini “onun yüz ifadesinden kesin anladım” diye düşünmek… Aslında beyin, geleceği kestirme arzusuyla güvenlik hissi üretmektedir.

Yani predictive brain bizi korumak için sürekli senaryolar yazarken, bu senaryolarla birlikte kontrol yanılsamasına da kapı aralar. 

Güvenlik arayışı bir noktadan sonra özgürlüğümüzü kısıtlayan zincire dönüşür.

Felsefeden nörobilime uzanan bu yol bize şunu gösteriyor ki; kontrol yanılsaması sadece bir düşünce hatası değil, zihnin derinliklerinde işleyen biyolojik ve psikolojik bir mekanizma. Peki bu mekanizma aşırıya kaçtığında ne olur? İşte burada klinik psikolojinin sahasına giriyoruz.


Klinik Psikoloji: Kontrol İhtiyacının Kaygıya Dönüşmesi

Klinik psikolojide anksiyete bozukluklarının en temel tetikleyicilerinden birinin “kontrol kaybı korkusu” olduğu bilinir. (6*)

Kaygı yaşayan bireylerde ortak bir tema vardır: Belirsizliğe tahammülsüzlük. Yani olayların öngörülemez olma ihtimali, kişiyi daha da fazla kontrol arayışına iter. Bu durumda zihinsel enerji sürekli “ya şöyle olursa, ya böyle giderse” senaryolarına harcanır.

Örneğin:

Bir uçak yolculuğu öncesinde saatlerce hava durumunu kontrol etmek,

Bir ilişki içinde partnerin davranışlarını sürekli analiz etmek,

Günlük hayatta “ya kötü bir şey olursa” kaygısıyla defalarca kapıyı kilitlediğini kontrol etmek…

Bu davranışlar kısa vadede rahatlama sağlasa da, uzun vadede kaygıyı artıran örgüler oluşturur. Çünkü beyin “kontrol bende olmalı” inancını tekrar tekrar pekiştirir durur. Ama gerçekte kontrol edilemeyen durumlar yaşandığında (örneğin uçuş sırasında türbülansa girilirse) kişi çok daha yoğun bir kaygı yaşar.

Psikoterapiler (özellikle Bilişsel Davranışçı Terapi) bu noktada kişiye şunu göstermeye çalışır: 

Kaygıyı azaltmanın yolu kontrolü artırmak değil, belirsizliği tolere edebilmektir.

Kısacası, kontrol yanılsaması anksiyetede yalnızca bir düşünce hatası değil, aynı zamanda kaygı döngüsünü besleyen bir tuzaktır. Kontrol arayışı arttıkça kaygı yükselir, kaygı yükseldikçe kontrol ihtiyacı katlanır.

Kişisel düzeyde kontrol yanılsamasının kaygıyı nasıl beslediğini gördük. Ama mesele yalnızca bireysel değil. Çünkü bireyin bu zaafı, modern toplumların da kullandığı güçlü bir mekanizmaya dönüşüyor. Belirsizliği tolere edemeyen birey, kitlesel düzeyde de aynı yanılsamalara sarılıyor.


Toplumsal / Kültürel Etkiler

Modern Toplum: Planlama Takıntısı ve “Hayatını Kontrol Et” Mottosu

Günümüz dünyasında kontrol yanılsaması yalnızca bireysel inançlarla sınırlı değil; modern kültürün neredeyse temel mottosu haline gelmiş durumda.

Ajandalar, yapılacaklar listeleri, takvim uygulamaları, üretkenlik teknikleri… Hepsi bize şunu fısıldıyor:

“Hayatını planlarsan, her şey senin kontrolünde olur.”

Elbette plan yapmak düzen sağlar, hedef koymak motivasyon yaratır. Ancak işin tehlikeli yanı, bu araçların zamanla birer güvenlik takıntısına dönüşmesi. 

Bir plan bozulursa, bir görev ertelenirse ya da takvimdeki boşluk doldurulamazsa kişi yalnızca “programım aksadı” demez; derin bir kaygı, suçluluk ya da başarısızlık hissiyle yüzleşir.

Modern toplumun sürekli tekrarladığı “kendi hayatının patronu ol” söylemi, aslında fark etmeden bireyi bir zincire daha bağlar: Her anı planlamak zorundaymış gibi hissettirir. Bu da özgürlük yerine baskı üretir. (7*)

Sonuçta, planlamanın sağladığı düzenin ötesinde “ne kadar çok kontrol edersem, o kadar güvende olurum.” gibi bir yanılsama ortaya çıkar.

Oysa gerçek şu ki hayatın akışı beklenmedik sürprizlerle doludur. Planlarımız, listelerimiz, takvimlerimiz bu sürprizlere yalnızca kısmen uyum sağlayabilir. Gerisi ise, kontrol yanılsamasının bizi zorladığı o yapay düzen beklentisinden ibarettir.


Kapitalist Kültür: “Kendi Hayatının Patronu Ol” Söylemi

Modern kapitalist kültürün en baskın mottolarından biri şudur:

“Kendi hayatının patronu ol.”

İlk bakışta kulağa özgürleştirici geliyor. İnsan kendi seçimlerini yapacak, kimseye boyun eğmeyecek, kendi başarısının mimarı olacak. 

Ancak bu söylemin ardında görünmez bir yük gizli.

Çünkü kapitalist düzen, bireye yalnızca özgürlük vaadi sunmaz; aynı zamanda her şeyi kontrol etme sorumluluğunu da yükler.

İşinde başarılı olacaksın, bedenini formda tutacaksın, ilişkilerini mükemmel yöneteceksin, finansını idare edeceksin, her an üretken ve yaratıcı kalacaksın.

Bu söylem, insanı özgürleştirmekten çok, onu sürekli performans göstermesi gereken bir “küçük şirket”e dönüştürür. Birey artık sadece kendi hayatını yaşayan biri değil; aynı zamanda sürekli “yönetmesi” gereken bir proje haline gelir.

Bu noktada kontrol yanılsaması sazı eline alır. Çünkü hayatın doğal belirsizliklerini “kişisel başarısızlık” olarak algılamaya başlarız.

Planlar bozulduysa, ilişkide sorun çıktıysa, işte aksilik olduysa… Hepsi “yeterince iyi yönetemedin, kontrol edemedin” şeklinde içsel suçlamalara dönüşür.

Oysa bu suçlama bireyin değil, kültürün yarattığı yanılsamadır. Hayatın her anını kontrol etme zorunluluğu, insanın omuzlarına gereksiz bir yük bindirir.

Kapitalist kültürün bize unutturduğu şey şudur ki, özgürlük, her şeyi kontrol etmek değil; kontrol edemediklerimizle barışabilmektir.


Dijital Çağ: Algoritmaların Görünmez Kontrolü

Dijital çağın en güçlü yanılsamalarından biri, elimizdeki ekranlardan “her şeyi kontrol ediyormuşuz” hissi vermesidir.

Takipçi sayım kaç oldu?

Paylaştığım gönderiye kaç beğeni geldi?

Videomu kimler izledi?

Hangi saatlerde paylaşsam daha çok etkileşim alırım?

Tüm bu ölçümler bize hayatımızı “ince ince yönetiyor” hissi verir. Sanki algoritmalar bizim elimizdeymiş gibi görünür. Ama aslında durum tam tersidir… 

Aslında biz değil, algoritmalar bizi yönetir.

Instagram, TikTok, YouTube veya X (Twitter)… 

Hepsi görünmez bir matematiksel düzende çalışır. Biz paylaşım yaptığımızda ne kadar görünür olacağımız, kime ulaşacağımız, hangi içeriklerle karşılaşacağımız tamamen bu algoritmaların kararına bağlıdır.

İşte tam bu noktada kontrol yanılsaması ortaya çıkar:

“Ben doğru saatte paylaşım yaptım, o yüzden etkileşim aldım.”

“Ben iyi bir başlık seçtim, o yüzden izlenme geldi.”

Oysa çoğu zaman algoritmanın görünmez filtreleri, içeriklerimizi kimin görüp göremeyeceğini belirler. Yani biz kontrol ettiğimizi sanırken, aslında sistemin kontrolü altındayızdır. (8*)

Bu durum bireyde hem sahte bir güç duygusu yaratır, hem de kaygıyı besler. Çünkü takipçi sayısı düştüğünde ya da etkileşim azalınca, hemen kendimizi suçlarız: “Demek ki yeterince iyi yönetemedim.”

Oysa sorun bireyin yetersizliğinde değil, algoritmaların bilinçli olarak oynadığı görünmez dengededir.

Kısacası dijital çağ bize kontrol hissi sunar ama özgürlüğümüzü değil, bağımlılığımızı artırır.


Gerçek Problemler ve Çözüm Önerileri

Problemler

Görünen o ki, kontrol yanılsaması gizli bir tuzak gibi. 

Aslında olaylar arasındaki ilişkinin nedensellik ile aynı anlama gelmediğini hepimiz biliriz.

Demeye çalıştığım şu: Dışarı çıktık, yağmur yağdı. Bir daha çıktık, yine yağdı. Bu durumda “ben çıkarsam yağmur yağar” diye düşünmek doğru olmaz çünkü burada sadece eşzamanlılık vardır. İki olay yan yana gelmiştir ama biri diğerinin sebebi değildir.

İstatistikte bunun çok bilinen bir örneği vardır: Dondurma satışları arttığında, denizde boğulma oranları da artar. İlk bakışta aralarında nedensel bir bağ varmış gibi görünebilir. Oysa gerçek sebep boğulmaların da, dondurma satışlarının da sıcak havalar olduğunda yaşanmasıdır. Yani görünen ilişki bizi yanıltır, aslında neden-sonuç bağı yoktur.

Fakat kontrol yanılsaması, beynimizin güvenlik için kurduğu öngörü mekanizmalarıyla birleştiğinde daha da inandırıcı hale gelir. 

Zihin, aslında kendi belirsizlik kaygısını örtmek için bu yanılsamaları üretir; biz de çoğu zaman dikkatsizlikle onları gerçekmiş gibi kabul ederiz. Böylece hayatımıza girer ve girmekle kalmaz, bir süre sonra düşüncelerimizi ele geçirir.

Sonuç? Kendimizi sürekli tetikte, kaygı içinde ve tükenmiş hissederiz. Çünkü kontrol etmeye çalıştığımız şeyler aslında bizim kontrolümüzde değildir.

Üstelik bu yanılsama bize sahte bir “tanrısal güç” duygusu da verir:

“Çıkarsam yağmur yağar.”

“Ayağa kalkarsam gol olur.”

“Telefonu elime alırsam kesin arar.”

Hele hele.

Ama özünde bu düşünceler özgürlüğümüzü genişletmez; aksine daraltır. Çünkü zihin “her şey benim kontrolümde olmalı” yanılgısına kapıldığında, özgürlük değil, düşünsel esaret doğar.


Çözüm Önerileri

Stoacı Pratikler: Kontrol Alanlarını Ayırmak

Stoacılığın en temel öğretilerinden biri “kontrol dikotomisi”dir. Yani hayatı ikiye ayırmak: Benim elimde olanlar ve benim elimde olmayanlar.

Epiktetos bu ayrımı şöyle özetler: “Elimde olan şeyler düşüncelerim, seçimlerim, tepkilerimdir. Elimde olmayanlar ise doğa, şöhretim, servetim, başkalarının davranışlarıdır.”

Kontrol yanılsaması tam da bu sınırların bulanıklaştığı yerde doğar. Biz elimizde olmayan şeyleri kontrol etmeye kalkışır, başarısız olunca hayal kırıklığına uğrarız. Stoacı pratik, bu noktada zihne bir pusula sunar:

Bende olan: Duygularımı nasıl ifade ettiğim, verdiğim karar, karşımdakiyle nasıl iletişim kurduğum.

Bende olmayan: Partnerimin ruh hali, iş yerindeki politikalar, havanın yağmurlu olup olmaması.

Bunu içselleştiren kişi, bir nevi zihinsel bağışıklık kazanır. Çünkü dış koşullar ters gittiğinde öfkelenmek ya da yıkılmak yerine, dikkatini kendi alanına çevirebilir: “Ben bu durumda nasıl durabilirim?”

Modern psikolojide buna “etki alanına odaklanmak” deniyor. Yani gücümüzün yettiği noktaları netleştirip, yetmediği alanlarda kabullenici bir tavır geliştirmek.

Sonuçta özgürlük, her şeyi kontrol etmekte değil, kontrol edemediklerimizi kabullenip gücümüzü kendi alanımıza yoğunlaştırmakta yatar.


Mindfulness: Anda Kalmak, Belirsizlikle Barışmak

Kontrol yanılsamasının en büyük tuzaklarından biri, zihnimizi sürekli geleceğe doğru koşturmasıdır. “Ya böyle olursa?”, “Bunu yapmazsam kesin kötü sonuç çıkar.” Zihin, sanki geleceği hesaplayarak güvenlik sağlayabileceğini sanır.

Oysa bu çaba, çoğu zaman bizi belirsizliğe karşı daha da savunmasız hale getirir. Çünkü ne kadar plan yaparsak yapalım, hayatın sürprizlerini tamamen ortadan kaldıramayız.

Mindfulness (bilinçli farkındalık), işte tam bu noktada devreye girer. Anda kalmak, zihnin sürekli geleceğe fırlattığı okları fark edip, dikkati şimdiki ana geri çağırmaktır.

Basit bir örnek: Partnerinden mesaj bekleyen birini düşünelim. Telefon sessizdir, zihin hemen çalışmaya başlar:

“Acaba bana kızdı mı?”

“Başka bir şey mi yapıyor?”

“Yoksa artık beni önemsemiyor mu?”

Bütün bu senaryolar, kontrol yanılsamasının bir ürünüdür. Mindfulness ise o anı şöyle görmeyi öğretir:

“Şu anda telefonum sessizde. İçimde merak var, huzursuzluk var. Bunları fark ediyorum.”

Bunu başarabilirsek kendi kontrolümüzde olacak şekilde yukarıdaki soruları kendimize farklı şekilde sormamız gerektiğini anlarız;

“Ben onu kızdıracak bir şey yaptım mı?”

“Ben onun şu an başka bir şey yapıp yapmadığı hakkında bilgi sahibi miyim?”

“Ben onun önemsemeyeceği bir şey yaptım mı?”

Bu tarz soruların cevabı da genelde zaten hayırdır, ki derinlemesine bakarsak telefonu açmaması ile bu sorular arasında bir ilişki olması, nedeninin bu olduğu anlamına gelmez. Bu da kontrol yanılsaması yaşadığımızı görmemize yardım eder.

Gelecek üzerine kurgulanan sahte senaryoları izleyip bırakmak, zihni serbest bırakır. Belirsizliği yok etmek yerine, onunla barışmayı sağlar.

Araştırmalar da gösteriyor ki, düzenli mindfulness uygulamaları, kontrol ihtiyacının yol açtığı kaygıyı azaltıyor. Çünkü kişi, her şeyin kontrol altında olması gerekmediğini; anda kalmanın da bir tür güvenlik sunduğunu deneyimlemeye başlıyor.

Kısacası mindfulness bize şunu hatırlatıyor:

Özgürlük, hayatın akışını dizginlemekten değil; onun belirsiz ritmine uyum sağlayabilmekten geçer.

Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT): Kontrol Yerine Değer Odaklı Yaşam

ACT, modern psikoterapi yaklaşımlarından biri ve temelde şunu söylüyor: “Hayatın tümünü kontrol edemezsin ama değerlerin doğrultusunda hareket edebilirsin.” (9*)

Yani mesele, “her şey yolunda gitsin” diye olayları yönetmeye çalışmak değil; fırtınalı havada bile geminin pusulasını kendi değerlerine çevirebilmek.

ACT’ye göre kontrol yanılsamasına düşmek, kaygıyı daha da besler. Çünkü kişi sürekli şu tuzağa yakalanır:

“Her şey planladığım gibi olmalı.”

“Bu durum tam istediğim gibi olmazsa felaket.”

Bu yaklaşım, aslında bizi değerlerimizden uzaklaştırır. Çünkü enerjimizi, elimizde olmayan şeyleri yönetmeye harcarız.

ACT’nin sunduğu çözüm ise iki adımda özetlenebilir:

Kabul: Hayatın kontrol edilemeyen yanlarını kabullenmek.

Örneğin “Evet, yağmur yağabilir, iş ters gidebilir, partnerim bazen beni anlamayabilir. Bu benim gücüm dahilinde değil.”

Kararlılık: Kontrol edemediklerimizin içinde, değerlerimize uygun davranışlar seçmek.

“Ama ben yine de dürüstlüğüme, sevgime, üretkenliğime uygun şekilde davranabilirim.”

Bu bakış açısı, kontrol yanılsamasını kırarken aynı zamanda kişiye derin bir özgürlük de verir. Çünkü artık mesele olayları değil, kendi tutumunu yönetmek olur.

ACT’nin altın cümlesi şudur:

“Acının kaçınılmaz olduğunu ama ıstırabın seçimlerimizle arttığını” fark etmek.

Yani kontrol etmeye çalıştığımızda acıdan kaçamayız, sadece yeni zincirler üretiriz. Ama değerlerimize odaklandığımızda, hayatın belirsizliğine rağmen anlamlı bir yaşam kurabiliriz.


Pratik Egzersiz: Bir Günü Plansız Geçirmek

Kontrol yanılsamasının en güçlü köklerinden biri, hayatımızın her anını planlamaya çalışmamızdır. 

Takvimler, yapılacaklar listeleri, alarm üstüne alarm… Hepsi bize bir güvenlik duygusu verir, ama aynı zamanda esnekliğimizi de köreltir.

Bu yüzden kendim de arada bir uyguladığım bu küçük bir egzersizi sizlere önerebilirim: 

Bir gününüzü tamamen plansız geçirin.

Sabah uyandığınızda, o gün için ajandanıza hiçbir şey yazmayın.

Günün akışını belirlemeye çalışmak yerine, ortaya çıkan durumlara esnek şekilde cevap verin.

Yolda yürürken canınız başka bir sokağa girmek isterse girin.

Yemekte daha önce aklınızda olmayan bir şeyi seçin.

Telefona bakmadan, zihninizi spontane bir anda bırakın.

Başta huzursuzluk yaratabilir. Çünkü beynimiz “kontrol etmiyorum, demek ki başıma kötü bir şey gelecek” diye alarm verebilir. Ama aslında küçük alanlarda bırakılan kontrol, zihne çok güçlü bir mesaj verir:

“Kontrol etmeden de hayat akıyor. Ve ben bu akışın içinde var olabiliyorum.”

Bu egzersiz, bir günde hayatınızı kökten değiştirmez elbette. Ama küçük bir tatbikat gibi düşünün. Tıpkı kaslarımızı çalıştırmak gibi, “belirsizlik kasını” da çalıştırır.

Plansız geçirilen anlar, bize aslında kontrolün özgürlükle de akraba olabileceğini hissettirir. Çünkü bazen en güzel anlar, hiç planlamadıklarımızdır.


Sonuç ve Okuyucuya Mesaj

Şunu artık öğrendik ki, bizim kontrol sandığımız ama yanılsamaya düştüğümüz durumlar bizi güvende falan tutmuyor, aksine zincirliyor. 

Aslında gerçek özgürlük, kontrolümüzde olan ve olmayan şeyleri ayırt edebilmekte, ve kontrolümüzde olmayan şeyler için kontrol takıntısından kurtulmakta.

Kontrol yanılsaması boynumuzda bir zincirdir, bizim yapmamız gereken de ondan kurtulmak.

Zaten zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var ki…

Kapanışı yapmadan önce dark dizisinde duyduğum şu dua gibi cümleyi de sizle paylaşmak isterim:

Tanrım, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmem için bana huzur, değiştirebileceğim şeyleri değiştirmem için cesaret ve farkı bilmem için bilgelik ver.

O zaman şu soruyu da siz okuyucularıma gelsin: “Hayatınızda hangi alanda kontrolü bırakmak sizi aslında daha özgür kılabilir?”

Özgürlükle birlikte gelen bir başka mesele de sorumluluk… Bir sonraki yazımda özgürlüğün sorumlulukla nasıl el ele yürüdüğünü irdelemeye çalışacağım.


📌 Kaynakça

  1. Epiktetos – Enchiridion (Stoacılık)
  2. Spinoza – Ethica
  3. Erich Fromm – Özgürlükten Kaçış (1941)
  4. Ellen Langer – The Illusion of Control (1975)
  5. Karl Friston – Predictive Processing / Predictive Brain çalışmaları
  6. Beck, A. T. & Clark, D. A. – Anxiety and Information Processing (1997)
  7. Byung-Chul Han – Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri
  8. Shoshana Zuboff – The Age of Surveillance Capitalism (2019)
  9. Steven C. Hayes – Acceptance and Commitment Therapy (1999)
You've successfully subscribed to Cenk Ebret Personal Website
Great! Next, complete checkout to get full access to all premium content.
Error! Could not sign up. invalid link.
Welcome back! You've successfully signed in.
Error! Could not sign in. Please try again.
Success! Your account is fully activated, you now have access to all content.
Error! Stripe checkout failed.
Success! Your billing info is updated.
Error! Billing info update failed.