Sessiz Tanık: İç Sesi Özdeşleşmeden İzleyebilmek

Sessiz Tanık: İç Sesi Özdeşleşmeden İzleyebilmek

Kendimizle başbaşa kaldığımızda kafamızın içinde dönüp duran iç sesimizin konuşmayı hiç bırakmadığını siz de fark ettiniz mi?

Bazen fısıltı gibi bize vesvese verir, bazen bağırarak bizi yola getirmeye çalışır…

Düşünceler gelir, geçer, birbirine eklenir, dallanır, çoğalır.

Ve biz çoğu zaman, o akan düşüncelerin tam ortasında kendimize bir yol bulmaya, yaşamaya çalışırız.

Sabah uyanmadan önce başlayan iç konuşma, “bugün ne olacak?” diye soran endişeli ses, gece uyumadan hemen önce sahneye çıkan pişmanlıklar, yarın yapılacakların planlanmaya başlanması, uykunun gecikmesi…

Zihin bize sürekli bir şeyler anlatır

Ve biz de çoğu zaman ona inanırız.

Ama ya o sesi yalnızca bir film gibi izleyebilmenin, tepkisiz kalabilmenin, hatta sadece fark edip geçebilmenin bir yolu varsa?

Düşünceyi susturmak zorunda olmadığımız,

Onunla savaşmak zorunda olmadığımız,

Sadece gelip gidişini gören bir alan…

Bir sessizlik…

Zihnin değil, düşüncenin arasındaki sessizlik.

Sözün açıklığı değil, söz doğmadan önceki açıklık.

Bu yazı, o sessiz alanı keşfetmeye çalışırken ortaya çıktı.

“Düşünceleri nasıl sustururum?” sorusuna değil,

“Düşünceler olurken ben onları nasıl izleyebilirim?” sorusuna kafa yorarken...

Çünkü belki de “ben” dediğimiz şey, kafamızın içinde dönüp duran düşünceler değil; onları izleyen ve anlamlandırmaya çalışan farkındalıktır.


İnsanlık, yüzyıllardır aynı sorunun etrafında dönüyor:

“İçimde konuşan kim, izleyen kim?”

“Hangisi gerçek ben?”

Bu sorunun izini sürmek için şimdi gelin, zihnin sesinden bir adım geride duran o sessiz tanık fikrine felsefenin ve bilimin ışığında birlikte bakalım.


Konunun Felsefi ve Bilimsel Arka Planı

Tarihsel ve Felsefi Perspektif

Upanişadlar: “Sakshi” - İçimizdeki Sessiz Tanık

Hindistan’ın en eski düşünce metinlerinden olan Upanişadlar, insanın iç dünyasını tarif ederken çok farklı bir yerden başlar.

Onlara göre “ben” dediğimiz şey, düşünceler, duygular ya da karakter özelliklerimiz değildir.

Çünkü onlar sürekli değişir.

Düşünceler gelir ve gider.

Duygular yükselir ve söner.

Bugün öfkeli oluruz, yarın dingin.

Bugün kararlıyızdır, yarın kararsız.

Eğer bütün bunlar değişiyorsa, o zaman değişmeden kalan ne?

Upanişadlar bu soruya şöyle cevap verir:

Sakshi. Yani tanık olan farkındalık. (1*)

Düşünce gelir, tanık fark eder.

Duygu yükselir, tanık izler.

Hikâyeler, korkular, hayaller geçer, tanık sessizce oradadır, sadece olup biteni gözlemler.

Bu tanık tepki vermez, müdahale etmez, yargılamaz. Sadece görür.

Bir gökyüzü düşünelim.

Duygu ve düşünceler, o gökyüzünde hareket eden bulutlar olsun. Bulutların şekli, rengi, hızı değişir. Ama gökyüzü değişmez.

Tanık işte o gökyüzüdür.

Bizim sorunlarımızın çoğu, bulutlarla özdeşleştiğimizde başlıyor.

“Ben öfkeliyim.”

“Ben yetersizim.”

“Ben kırıldım.”

dediğimizde…

Bulutları kendimiz sanıyoruz.

Upanişadlar ise şunu hatırlamamıza yardım ediyor:

“Sen, öfkeli değilsin. Öfkeyi izleyen farkındalısın.”

“Sen, düşünceli değilsin. Düşünceyi duyan sessiz alansın.”

Bu bakış açısı, “Sessiz Tanık” dediğimiz deneyimin felsefi temeli.

Yani mesele düşünceleri susturmak değil.

Mesele onların gelip gidişini izleyebileceğimiz yeri hatırlamak.

Sessizlik, zihnin içinde değil; zihnin arkasında, düşüncelerin arasında...


Simone Weil: Sessizlik, Zihni Susturmak Değil; Zihne Yer Açmaktır

Simone Weil, dikkat üzerine konuşurken çok önemli bir ayrım yapar.

Ona göre sessizlik, zihni zorla susturmak, düşünceleri kovmak ya da iç sesi boğmak demek değildir.

Çünkü düşünceyi bastırmaya çalıştıkça o daha da güçlenir. Ne kadar ittirirsek o kadar geri döner.

Yani düşünce geldiğinde, onu itmeden, onunla özdeşleşmeden, ama aynı zamanda ona teslim olmadan durabilmek.

Bu pasif bir bekleyiş değil, tam tersine, uyanık ve yumuşak bir farkındalık hali.

Ne bastırmak, ne tutmak, ne de hikâyenin içine düşmek.

Sadece orada olmak.

Weil’e göre gerçek dikkat, iç dünyayı kontrol etmek değil, iç dünyaya alan açmaktır. 

Sessizlik burada bir boşluk değil; bir açıklık.

Bir bekleme değil; görme.

Zihin konuşur. Duygu yükselir. Bedende bir titreşim olur.

Ve tanık, bütün bunları sakince fark eder.

Sessizlik, düşüncelerin bittiği yer değil; düşüncelerin gelip geçebildiği yerdir. (2*)

Weil tam da bu yüzden şunu söyler:

“Dikkat, ruhun kendini bir şeye bırakmadan, bütünüyle açık halde durabilmesidir.”

Yani sessizlik, boşluk değil; varoluşa açılan bir kapı.

Ve belki de “Sessiz Tanık” dediğimiz şey, tam olarak burada kendini göstermeye başlar:

Sesleri susturduğumuz için değil, artık onları duymak zorunda olmadığımız için.


Eckhart Tolle: “Düşünceyi fark eden alan, düşünceden öncedir.”

Eckhart Tolle, benlik ve farkındalık üzerine konuşurken çok temel bir yere işaret eder:

Biz çoğu zaman kendimizi zihnimizde beliren düşüncelerle özdeşleştiririz.

“Ben böyle hissediyorum.”

“Ben böyle düşünüyorum.”

“Ben böyleyim.”

deriz.

Ama Tolle der ki:

Düşünce kendiliğinden doğar. Ve sen o düşünceyi fark edebiliyorsan, o zaman sen düşünce değilsin.

Çünkü bir şeyi fark eden, o şeyin kendisi olamaz.

Öfkeyi fark eden öfkenin kendisi değildir.

Kaygıyı duyan kaygının kendisi değildir.

İç sesin konuştuğunu duyan iç sesin kendisi değildir.

Düşünce zihinde belirir.

Ama onu gören başka bir yer vardır.

Sessiz.

Yargısız.

Acele etmeyen.

İşte Tolle’nin “Presence” (Mevcudiyet) dediği şey tam burasıdır. (3*)

Bir anlığına durup, şunu fark edebildiğimiz anda:

“Şu anda zihnim konuşuyor.”

Zihin otomatik akış olmaktan çıkar, bizim tarafımızdan görülebilir olur.

Bu fark, çok küçük görünse de, içsel özgürlüğün başladığı yer tam olarak burasıdır.

Çünkü o anda düşünce artık hakikat olmak zorunda değildir. Sadece geçip giden bir olay haline gelir.

Tolle’nin söylediği şey özetle şudur:

“Düşüncenin içinde değilsen, düşünceye bakıyorsun demektir. Ve bakabilen taraf… İşte gerçek ben odur.”

Bu, sessizlik arayışı değil, sessizliğin zaten orada olduğunu fark etmektir.

Sessiz tanık, zorla yaratılan bir bilinç hali değildir.

O zaten oradadır. Düşünce gelir ve gider. Tanık kalır.


Bilimsel Yaklaşım

Default Mode Network (DMN)

Zihnin kendiliğinden senaryo üretme modu

Nörobilimde “Default Mode Network” (DMN) denen bir beyin ağı var. Beyin hiçbir şeye odaklanmıyorken, dinlenirken, boş boş otururken… Yani zihnen bir şey yapmıyorken çalışmaya başlıyor.

Bu ağın ilginç bir yanı var…

Bu ağ çalıştığında zihin susmaz, tam tersine daha çok konuşmaya başlar.

“Acaba insanlar beni nasıl görüyor?”

“Bugün doğru mu yaptım?”

“Ya yarın şöyle olursa?”

“Keşke şunu farklı söyleseydim…”

Yani DMN, zihnin otomatik hikâye anlatıcısı diyebiliriz.

Geçmişi yeniden oynatır, geleceği prova eder, iç sesle sahneler kurar.

Beyin, ortamda hiçbir gerçek tehlike yokken bile senaryo üretmeye devam eder.

Bu yüzden duştayken aklımız geçmiş kavgalara gider, gece yatarken ertesi günün planları kafayı doldurur, yürürken bile içimizde görünmez bir monolog sürer.

DMN’in işi budur: Kendiliğinden hikâye üretmek. (4*)

Ama burada kritik nokta geliyor:

DMN aktifken biz hikâyenin içinde kayboluruz. İç ses konuşur biz de ona inanırız.

“Sessiz Tanık” pratiğinin amacı DMN’i kapatmak değil. Onu fark etmek.

Çünkü o sesin otomatik olduğunu fark ettiğimiz anda iç ses mutlak hakikat olmaktan çıkar, düşünce sadece düşünce olur, biz de hikâyenin içinden bir adım geri çıkarız.

Bu mesafe, iç özgürlüğün başladığı yerdir.

Beden orada. Düşünce orada. Duygu orada. Ve izleyen de orada.

Ama artık hepsi sen değilsin.

Sen, onları fark edensin.


Metabiliş (Metacognition)

Düşündüğümüzü fark edebilme kapasitesi

Bilimsel olarak metabiliş, zihnin kendi faaliyetlerini fark edebilme yeteneğidir. (5*)

Yani düşünceyi düşünce olarak tanıyabilmek.

Örneğin, “Şu an endişe hissi geldi.” dediğimiz an biz artık endişeli olmaktan çıkar, endişeyi fark eden konuma geliriz.

Arada çok ince ama çok büyük bir sınır vardır. Hissin içindeyken “Ben endişeliyim.” deriz ve sanki endişe bizden kaynaklı ve bizimle tümleşik gibi görünür ama fark ettiğimizde “Endişe geldi.” deriz ve sadece o durumu gözlemleyen olur, o durumla tümleşik olma halinden sıyrılırız.

İşte metabiliş bu küçük dönüşümdür.

Bu kapasite aktif olduğunda iki şey netleşir:

Birincisi düşünce sadece içeriktir. Bir film gibi düşünün. Gelen, giden, değişen sahneler gibi.

İkinci netleşen konu da şudur: farkındalık. Bu içeriğe bağlam kazandırır. Bunu da bir ekran ya da bir televizyon gibi düşünebiliriz. Gelen sahneleri taşıyan, görmemizi sağlayan, geniş alan.

Bir nehir boyunca akan yaprakları düşünün.

Yaprak düşünce ise nehir farkındalıktır.

Biz genelde yaprakların peşinden gider, sürükleniriz. Metabiliş aktif olduğunda ise:

Biz artık su yüzeyindeki yaprakları gören oluyoruz.

Düşünce gelir, fark edilir ve geçer.

Farkındalık kalır.

Ve burası çok kritik bir eşik:

Düşünceyi izleyen farkındalık ortaya çıktığında, düşünce gücünü kaybeder.

Çünkü artık düşünce bizi tanımlayan, bizi yöneten bir şey değil, bizim üzerimizde yükselen bir dalgadır yalnızca.

Bu, sessiz kalmak değil; kendine geri dönmek demektir.

Bu yüzden “Sessiz Tanık” pratiği, düşünceleri susturmak değil onların bağlamını geri hatırlamaktır.


Interosepsiyon

Zihin fark eder, ama beden doğrular.

Her duygunun, her düşüncenin, hatta her iç konuşmanın bedende bir yansıması vardır. (6*)

Nörobilimde buna interosepsiyon denir.

İç organlardan gelen sinyalleri fark etme kapasitesi. Kalp ritmi, nefes, kas gerginliği, göğüs açıklığı, mide düğümü…

Yani zihinsel süreçler sanıldığı gibi sadece “kafada” olmaz.

Beden de sürekli konuşur.

Endişelenince göğüste sıkışma olur.

Kaygılanınca midede düğüm hissi yaşanır.

Öfkelendiğimizde çenemiz sıkılır.

Şefkat duyunca göğüste genişleme hissederiz.

Güven duyunca karın kaslarımızda yumuşama olur.

Ve fark edebiliriz ki bu duyumlar düşünceden önce gelir.

Düşünce çoğu zaman bedenin verdiği sinyale sonradan yazılan hikâyedir.


Burada sessiz tanığın devreye girdiği yer tam olarak şu:

Düşünceyi izlerken, bedeni de duymaya başladığımızda farkındalık zihnin içinden çıkar, tüm deneyimi kapsayan bir alana dönüşür.

Bir duygu yükseldiğinde artık şunu sorabiliriz:

“Bu bedenimde nereye dokunuyor?”

Bu soru, seni düşüncenin içinden çıkarır ve farkındalığın merkezine geri getirir. Tepki azalır. Mesafe açılır. Görüş netleşir.Tam da burada, sessiz tanık görünür hale gelir.

Çünkü düşünce akarken, beden onun yankısını taşırken, biz izliyor oluruz.

İzleyen değişmeyendir.

İzlenen ise gelip geçendir.

Ve işte tam burada, sessiz tanık görünür olur.

Benlik daralmaz; genişler.

Bu ayrım fark edildiğinde benlik artık hikâyenin içinde kaybolmaz.


Toplumsal ve Kültürel Etkiler

Modern kültür, benliği tanımlarken düşünceyi merkeze koyar. Sanki insan, düşündüğü şeylerin toplamıymış gibi.

“Ne düşünüyorsun?”

“Ne karar verdin?”

“Ne istiyorsun?”

“Ne planladın?”

Dil bile bize şunu söyler:

Düşündüğün neyse sen de osun.

Böyle olunca, zihnin içindeki o konuşan ses yavaş yavaş otorite kazanmaya, üzerimizde hakimiyet kurmaya başlar.

İç ses, sadece bir düşünce akışı olmaktan çıkar; içimizdeki hakem haline gelir.

“Yine hata yapıyorsun.”

“Daha iyisini yapmalıydın.”

“Sen zaten hep böyle davranırsın.”

“Bunu yapmazsan değerli olmazsın.”

Bu ses ne kadar eskiyse, o kadar doğru sanılır.

Ve biz de bir süre sonra o sesin bizim gerçek benliğimiz olduğunu zannetmeye başlarız.

İşte Sessiz Tanık’ın önemi tam burada ortaya çıkar

Sessiz Tanık, o sesle savaşmaz.

Onu susturmaya çalışmaz.

Onu bastırmaz.

Sadece izler.

O izleme hali, iç sesin mutlak otoritesini yumuşatır.

Çünkü artık iç ses tek gerçek değildir.

Sadece içeriden geçen bir ses haline gelir.

Düşünce düşündüğünü söyler, duygu duygusunu ifade eder, beden sinyal gönderir…

Ve biz izleriz.

Bu izleme anında şunu fark ederiz:

Ben, iç ses değilim.

Ben, iç sesi duyanım.

Bu fark küçücük gibi görünür, ama kimliğin merkezini yerinden oynatır.

Sessiz Tanık güçlendikçe iç ses yumuşar, düşünce iletişime dönüşür, duygu bir sinyal haline gelir, benlik daha geniş bir alanda nefes almaya başlar.

Yani benlik daralmaz aksine genişler.


Gerçek Problem ve Çözüm Önerileri

Problem: Düşünceyle Özdeşleşme

Hepimizin bir iç sesi var. Bu iç ses bize has olduğu, bizim dışımızda kimse tarafından duyulmadığı için, onu kendimiz sanıyor, her söylediğine inanıyor, doğru kabul ediyoruz.

Biz böyle yaptıkça o daha çok konuşur ve bu döngü giderek kendi kendini besler.

Zihnin sesi büyür, bizim içsel alanımız ise daralır.

Bu olurken acı düşünceden değil ona tamamen yapışmaktan doğuyor.


Çözüm Önerileri

Düşünceyi durdurmaya çalışmadan sadece fark etmek.

Zihin konuşacak.

Düşünceler gelecek, bazen hızlanacak, bazen yoğunlaşacak.

Mesele onları susturmak değil.

Susturmaya çalışırsak iyice güçlenirler.

Bunun yerine, sadece geldiğini ve geçtiğini fark etmeyi deneyebiliriz.

Bir düşünce belirdiğinde, içimizden sessizce şunu söyleyebiliz:

“Geldi… gidiyor.”

Bu kadar.

Bu cümle, düşünceyi içten itmeden, ama onunla özdeşleşmeden durmamıza yardım eder.

Düşünce kalırsa kalır. Giderse gider.

Biz sadece görürüz.

Burada sessiz tanık kendini göstermeye başlar.


Mikro durak uygulaması

Gün içinde, zihnimizin hızlandığını fark ettiğimizde kendimize mikro bir alan açabiliriz.

Sadece 2 nefes.

8 saniye bile sürmeyebilir.

Bir nefes alıp fark etsek…

Bir nefes verip yumuşamaya çalışsak…

Bu duraklatma, düşünceyi kesmez. Zihni “boşaltmaz.” Hatta hiçbir şeyi değiştirmez.

Sadece tanığa yer açar.

Yani şunu demiş oluruz:

“Ben şu an buradayım.”

Bu kadar küçük bir hareket, büyük bir dönüşümün kapısını bize açabilir.


Üç kelimelik içsel cümle:

“Bunu fark ediyorum.”

Hiç tartışma yok.

Hiç açıklama yok.

Hiç ikna çabası yok.

Bu cümle, düşüncenin içinden çıkıp onu gören yere geçmemizi sağlar.

Öfke geldiğinde, kırgınlık yükseldiğinde, iç ses konuşmaya başladığında…

“Bunu fark ediyorum.”

Ne yargı var, ne bastırma.

Ne sahiplenme, ne kaçma.

Sadece tanıklık.

Ve tanıklık başladığı anda, düşünce artık bizim efendimiz olamaz.

Biz düşünceyi gören oluruz.

Akışın ortasında merkez oluruz.

Sessiz tanık tam da burada açılır.


Yine kendimden bir anı anlatmazsam olmaz.

Uzunca bir süre iç sesimin bana “kimse seni gerçekten sevmez, en ufak kötü davranışında senden uzaklaşırlar ve sonunda terk edilirsin” gibi şeyler söylediğini ve benim bunu fark etmeyip, hakikat sanıp, onu susturmaya çalıştığımı, ve ben çalıştıkça onun sesinin daha yüksek çıktığını hatırlıyorum. Hatta bu yüzden olası tartışmaları buna bağladığım ve haksız olsam dahi o sesin arkasına sığınıp haklı çıkmaya çalıştığım dönemler oldu. Bir gün bu durumu fark ettim, ve sadece o sesi izlemeyi denedim. Ses sert biçimde geldi, bir süre izledikten sonra yumuşadı ve sonunda kayboldu.

Ve o anda fark ettim ki, sessizlik zorla gelmiyormuş. Sadece yer açınca kendiliğinden beliriyormuş. Göğsüm genişledi. Nefesim derinleşti. İçeride bir şey yumuşadı.


Belki sizdeki iç ses farklı cümleler kuruyordur...

Ama mekanizma aynı…

Düşünce ne söylüyorsa, ona inanıyoruz.

Bu deneyim bana şunu öğretti:

Sessizlik, zorlayarak gelmez.

Sadece yer açınca kendiliğinden belirir.

Ben de bunu analiz ederek siz okurlarım ile paylaşırsam benzer iç ses yarası olanlara belki bir merhem olur diye düşündüm.


Sonuç ve Okuyucuya Mesaj

Sessizlik, düşüncelerin var olmaması ile değil; düşüncelerimize yapışmamanın hafifliği ile var olur. İç sesimiz ile düşman olmamız ya da onu yok saymamız gerekmiyor, onu dışardan bir göz olarak izleyebilmeyi başarırsak, belki daha huzurlu bir dünyayı kendimiz için var edebiliriz…

O zaman bu soru da siz sevgili okuyucularıma gelsin:

Şu an zihninde beliren düşünce… 

Gerçekten sen misin? 

Yoksa sadece gelip geçen bir ziyaretçi mi?


Bazen dönüşüm, büyük kararlarla değil, kendimize nasıl seslendiğimizle başlar.

Bir sonraki yazıda, şefkatli iradenin izini sürecek ve “kendimizi incitmeden değişmek mümkün mü?” sorusunu irdeleyeceğiz.

O zamana kadar sevgi, huzur ve farkındalıkla kalın…


Kaynakça:

  1. Katha & Brihadaranyaka Upanişadlar.
  2. Weil, Simone. Gravity and Grace Routledge, 1947.
  3. Tolle, Eckhart. The Power of Now. New World Library, 1997.
  4. Raichle, M. et al. “A default mode of brain function.” PNAS, 2001.
  5. Fleming, S. & Dolan, R. “The neural basis of metacognitive ability.” Neuron, 2012.
  6. Craig, A.D. “Interoception: the sense of the physiological condition of the body.” Nature Reviews, 2002.
You've successfully subscribed to Cenk Ebret Personal Website
Great! Next, complete checkout to get full access to all premium content.
Error! Could not sign up. invalid link.
Welcome back! You've successfully signed in.
Error! Could not sign in. Please try again.
Success! Your account is fully activated, you now have access to all content.
Error! Stripe checkout failed.
Success! Your billing info is updated.
Error! Billing info update failed.