Yoğun geçen bir haftanın ardından, bir cumartesi sabahı…
Herkes uyurken uyandığımızı düşünelim.
Salona geçip oturduk, hava hâlâ geceyle sabah arasında o belirsiz sessizlikteyiz.
Kahve yapmayı düşünürken zihnimizde bir şeylerin garip biçimde hareket ediyor olduğunu fark ederiz.
Sanki bedenimiz dinlenmek isterken, zihnimiz hâlâ çalışıyor gibidir.
Biz susmuşuz ama o hâlâ bir şeyler söylüyor; yargılıyor, hatırlıyor, karşılaştırıyor…
Biz “dinleniyorum” sanarken, aslında zihnimiz kendi kendine konuşuyor.
Bizden izinsiz değerlendirmelerde bulunuyor, sessizliğin içinde yankılanıyor.
Sanki sustuğumuzda dünya sessizleşeceğine, bize bir şeyleri duyurmak isteyen içsel bir ses ortaya çıkıyor.
Bu yazıda, o sesin nereden geldiğini, neden susmadığını ve onu nasıl dönüştürebileceğimizi konuşacağız.
Çünkü bazen özgürlük, dış dünyanın zincirlerinden değil, zihnimizin yankılarından kurtulmakla başlar.
Felsefi Perspektif
Heidegger: Sessizlik, Varlığın En Saf Biçimidir
Sessiz kaldığımızda, zihin genellikle durmaz.
İçeriden bir ses konuşmaya başlar ve bazen geçmişi, bazen pişmanlıkları, bazen yapılacakları sıralar.
Biz sessizliği ararken, zihnimiz kendi sahnesine çıkar.
İşte o an, “gerçek sessizlik”ile “zihinsel sessizlik” arasındaki farkı fark ederiz.
Heidegger tam da bu noktada bize başka bir bakış açısı sunar.
Ona göre sessizlik, yalnızca dış dünyanın sesi kesildiğinde değil; insanın varlığıyla temas ettiği o içsel durakta ortaya çıkar.
Çünkü düşünce (her ne kadar gerekli olsa da) varlığın önüne ister istemez bir perde çeker.
Bir şeyi tanımladığımız anda onu sınıflandırır, dolayısıyla “olduğu gibi” görmeyi kaybederiz.
Heidegger bu yüzden “sessizlik, varlığın en saf biçimidir” der.
Sessizlik, şeyleri oldukları gibi bırakma cesaretidir.
Hiçbir yorum, etiket ya da yargı eklemeden yalnızca “olmasına izin vermek”, “olduğu halini, olduğu şekliyle gözlemlemek”.
Zihin sustuğunda, o iç sesin kökeni de yavaş yavaş görünür hale gelir.
Aslında o ses, konuşan bir benlik değil, anlam vermeye çalışan bir varlık hâlidir.
Heidegger’in “varlığın dili” dediği şey de tam olarak budur; düşünce olmadan da bir bilinç akışı mümkündür.
Yani sessizlik, düşüncesiz bir boşluk değil; düşüncenin altındaki farkındalığın kendisidir.
Bu yüzden, o iç sesin susturulması gerekmez; sadece onun arkasındaki sessizliğin fark edilmesi gerekir.
Çünkü sessizlik bastırmak değil, dinlemektir.
Dinledikçe fark ederiz ki o ses aslında biz değiliz, aslında o ses sadece varlığın yankısıdır.
Heidegger’in sessizlik anlayışı, iç sesle savaşmayı değil, onu duymanın derin bir biçimini önerir.
Çünkü hakiki sessizlik, zihnin değil, varlığın konuştuğu andır.
Lao Tzu: “Bilen konuşmaz, konuşan bilmez.”
Lao Tzu’nun Tao Te Ching kitabında geçen bu kısa ama çarpıcı cümlesi, binlerce yıldır sessizliğin bilgisini anlatıyor.
Onun “bilen” dediği kişi, gerçeği kelimelerle değil, doğrudan deneyimle kavrayandır.
Çünkü hakikat, tanımlandığı anda daralır; ifade edildiği anda sınırlanır.
Bu yüzden bilen konuşmaz çünkü söz, bilginin yerini tam olarak tutamaz.
O yalnızca işaret eder, ama gösterdiği şeyi kapsayamaz.
Zihnimiz sustuğunda, bu sözün anlamı berraklaşır.
Zihinsel gürültü azaldıkça, fark ederiz ki kelimeler gerçeğe giden köprü değil, çoğu zaman gerçeğin etrafında dönen halkalardır.
Bir şeyi “anlamaya çalışmak” bazen onu gerçekten anlamayı engeller.
Tıpkı gölü karıştırdıkça bulanıklaştırmak gibi bazen suyun kendi kendine durulmasına izin vermek gerekir.
Lao Tzu’nun öğrettiği sessizlik, pasif bir suskunluk değildir.
Bu, dikkatle dinleyen bir sessizliktir.
Evrenin kendi düzenine, Tao’nun akışına kulak veren bir sessizlik.
Zihin konuştuğunda bölünür, yorumlar, ayırır.
Ama sustuğunda, tıpkı nehrin denize karışması gibi, bütünün bir parçası haline gelir.
İç sesin durmadığı anlarda, bu öğretinin anlamı daha da görünür olur.
O sesi bastırmak değil, onun altındaki akışı dinlemektir aslolan.
Çünkü o sesin kaynağı biz değiliz; o da Tao’nun bir parçası, varoluşun kendi yankısıdır.
Sessizliği dinledikçe, o sesin gürültüsü değil, anlamı duyulur hale gelir.
“Bilen konuşmaz” der Lao Tzu, çünkü hakikati açıklamaya çalışan zihin, onu uzaklaştırır.
Ama “bilen susar” demek, hakikati bastırmak değil; onunla bir olmaktır.
Konuşmamak, kaçış değil; bilgelik haline gelmiş bir farkındalıktır.
Belki de iç sesin susmamasının nedeni, onu sürekli susturmaya çalışmamızdır.
Oysa sessizliğin bilgeliği, onu susturmakta değil; dinlemeyi öğrenmekte gizlidir.
Krishnamurti: Sessizlik, Zihnin Değil, Bilincin Eylemidir
Krishnamurti’ye göre gerçek sessizlik, düşüncenin sustuğu ama farkındalığın tamamen açık kaldığı o nadir andır.
Zihin sessizleştiğinde, çoğu insan bunu “hiçlik” zanneder.
Oysa Krishnamurti der ki:
“Sessizlik boşluk değildir; o, tüm varoluşun farkında olma hâlidir.”
Bu fark, çok kritiktir.
Zihni susturmaya çalıştığımızda aslında yine düşünceyle mücadele ederiz.
“Susmalıyım, düşünmemeliyim” diyerek, sessizliği bir görev haline getiririz.
Ama düşünce, düşünceyle bastırılamaz.
Gerçek sessizlik, zihni susturarak değil, zihnin farkında olarak doğar.
Krishnamurti’nin öğretilerinde sıkça geçen “düşünce gözlemi” tam da budur:
Bir düşünce belirdiğinde, onu bastırmadan, açıklamadan, sadece fark etmek.
Tıpkı gökyüzünde bir bulutun geçişini izlemek gibi.
Hiçbir yargı yok, müdahale yok.
Ve o anda, sessizlik kendiliğinden belirir.
Bu sessizlik edilgen değildir; tam tersine, canlı ve uyanıktır.
Zihnin değil, bilincin eylemidir.
Çünkü bilinç düşünmez; sadece görür.
Ve bu görme, değiştirici bir güç taşır.
Düşünceler, fark edilmedikçe hükmeder; fark edildiği anda çözülmeye başlar.
İşte sessizlik, o çözülmenin doğal sonucudur.
Zihnin uğultusu durduğunda, ortaya çıkan şey “boşluk” değil, bilincin çıplak farkındalığıdır.
Bu noktada sessizlik bir amaç değil, bir yan etkidir - farkındalığın yan etkisi.
Tıpkı suyun durulduğunda yansıtıcı hale gelmesi gibi, zihin de farkındalıkla berraklaşır.
Krishnamurti bunu şöyle özetler:
“Zihin tamamen sessiz olduğunda, yalnızca zeka kalır.”
Bu zeka, bilgiden farklıdır; öğrenilmiş değil, doğrudan sezgisel bir algıdır.
Bu yüzden Krishnamurti’nin sessizliği, düşüncesiz bir karanlık değil; tam tersine, düşüncenin ötesinde bir aydınlık hâlidir.
Ve belki de bu yüzden, yazının başında sorduğumuz o iç sesin asıl dönüşümü burada başlar:
Onu susturmakla değil, onu sessizliğin içinden dinlemeyi öğrenmekle.
Doğu ve Batı’da Sessizliğin Anlamı
Sessizlik, her kültürde aynı kelimeyle anılsa da, aynı hakikate işaret etmez.
Batı’da sessizlik çoğu zaman bir eksiklik, bir şeyin yokluğu olarak algılanır;
Doğu’da ise bir doluluk, varlığın kendi kendine yettiği bir hâl.
Batı geleneğinde, özellikle Kartezyen düşünceyle birlikte, “düşünmek” var olmanın kanıtı haline geldi:
Cogito, ergo sum — “Düşünüyorum, öyleyse varım.”
Bu bakışta sessizlik, düşüncenin olmadığı, dolayısıyla varlığın da askıya alındığı bir alan gibidir.
Zihin susarsa, kim konuşacak?
Kendilik, düşünceyle tanımlandığı için sessizlik neredeyse bir boşluk, bir “hiçlik” korkusu yaratır.
Oysa Doğu felsefelerinde, özellikle Taoizm ve Zen’de, sessizlik tam tersidir:
Düşüncenin yokluğu değil, varlığın doluluğudur.
Çünkü düşünce, hakikatin üzerindeki bir dalgalanmadır; su durulduğunda, altındaki bütün derinlik görünür hale gelir.
Lao Tzu’nun “bilen konuşmaz, konuşan bilmez” sözü bu anlayışın özüdür:
Gerçek bilgelik, kelimelere ihtiyaç duymayacak kadar doludur.
Sessizlik burada pasiflik değil, saf varoluşun kendisidir, düşüncenin değil, bilincin konuştuğu bir hâl.
Zen ustaları buna “boş ama dolu” der:
Boş, çünkü zihin artık kavramlarla dolu değildir.
Dolu, çünkü bilinç bütünüyle şimdiye yerleşmiştir.
Bir çay seremonisinde, bir nefes alıp verişte, ya da sadece taşan bir suyun sesinde bile bu doluluk hissedilir.
Batı’da sessizlik sıklıkla bir duraksama olarak görülürken,
Doğu’da sessizlik varlığın tamlığıdır.
Belki de bu yüzden Batı insanı sessizliği doldurmak ister, doğu insanı ise sessizliğin içinde kaybolmak…
Ama ikisi de aynı yere işaret eder.
Sessizlik, hem bir yokluk hem de bir sonsuzluk aynasıdır.
Biri ondan kaçtıkça, diğeri onunla bütünleşir.
Ve belki de denge, bu iki sessizlik anlayışının ortasında, düşüncenin bittiği ama bilincin sönmediği o ince çizgide bulunur.
Bilimsel Perspektif
Zihnin Sessizliğinde Beynin Faaliyeti
Bilim insanları uzun süre sessizliğin, yani “hiçbir şey yapmamanın”, beyinde pasif bir durum yarattığını düşündü.
Oysa nörobilim son yirmi yılda bu fikri tamamen tersine çevirdi.
Sessizlik, beynin durduğu değil, yeniden düzenlendiği bir andır.
Fonksiyonel manyetik rezonans (fMRI) çalışmaları gösteriyor ki, derin meditasyon, farkındalık egzersizi ya da sadece sessizce oturmak gibi durumlarda beynin “varsayılan mod ağı” (Default Mode Network, DMN) belirgin biçimde yavaşlıyor. (1*)
Bu ağ, beynin içsel gevezeliğini yöneten merkezdir:
Kendilik algısı, geçmişi hatırlama, geleceği planlama, başkalarının bizi nasıl gördüğünü düşünme gibi zihinsel senaryolar hep burada üretilir.
Yani o meşhur “iç ses” dediğimiz şey, aslında nörobiyolojik bir arka plan müziğidir.
Sessizlikte bu ağ sessizleştiğinde, ilginç bir şey olur:
Zihin susar ama beyin tamamen uyanır.
Araştırmalar, bu sırada beynin dikkat, duygusal denge ve farkındalıkla ilişkili bölgeleri olan prefrontal korteks, insula ve anterior singulat korteks arasında yeni bağlantı örüntülerinin oluştuğunu gösteriyor. (2*)
Yani düşüncenin sesi azalırken, farkındalığın sesi yükseliyor.
Harvard Üniversitesi’nden Sara Lazar ve ekibi tarafından yapılan uzun süreli meditasyon araştırmalarında, sekiz haftalık düzenli sessizlik ve farkındalık pratiğinin, beynin gri madde yoğunluğunu özellikle prefrontal bölgelerde artırdığı bulundu. (3*)
Bu bölge karar verme, öz farkındalık ve duygusal dengeyle ilişkili.
Yani sessizlik, zihin için bir dinlenme değil, yeniden yapılanma süreci.
Ayrıca EEG ölçümleri, derin sessizlik anlarında alfa ve teta dalgalarının güçlendiğini gösteriyor. (4*)
Bu dalgalar, “rahat ama uyanık” bir bilinç hâliyle ilişkilendirilir.
Ne tamamen uykuda, ne de tamamen uyarılmış bir durumda.
Tam da Krishnamurti’nin tarif ettiği o farkında sessizlik hâli gibi:
Zihin sessiz, ama bilinç canlı.
Modern nörobilim bu durumu “aktif sessizlik” olarak tanımlar.
Bu, dışa dönük bir eylemsizlik gibi görünür, ama içsel olarak muazzam bir koordinasyonun sürdüğü bir andır.
Beyin, tıpkı bir orkestra provasına girmeden önce enstrümanlarını akort eden bir müzisyen gibi, sessizlikte kendini hizalar.
Ve belki de bu yüzden sessizlik, sadece ruhsal değil, bilişsel bir arınmadır.
Çünkü düşünce zincirleri gevşedikçe, beyin kendi iç uyumunu yeniden kurar.
Sessiz kaldığımızda, aslında hiçbir şey yapmıyoruz gibi görünür; ama beynimiz, zihnin yankılarından bilincin berraklığına doğru geçişin zeminini hazırlıyordur.
Yani düşüncenin sesi azaldığında, farkındalığın sesi yükselir.
Beyin susarken, aslında daha derin bir bilinç uyanır.
Zihinsel Gürültü ve Yaratıcılığın Sessiz Alanı
Modern nörobilim, sessizliğin sadece bir rahatlama anı değil, yaratıcı düşüncenin doğduğu alan olduğunu gösteriyor.
Stanford Üniversitesi’nden David Eagleman, beynin “boşta gibi görünen” anlarda aslında en üretken hâline geçtiğini söylüyor. (5*)
Ona göre yaratıcı fikirler, planlı düşünme sırasında değil, beynin arka plan işlem gücü devreye girdiğinde, yani zihin sessizleştiğinde beliriyor.
Eagleman bu durumu şöyle özetliyor:
“Zihin sessizleştiğinde, düşünce yüzeyden değil daha derinlerden gelir.”
fMRI taramaları da bu fikri destekliyor.
Zihinsel sessizlik anlarında prefrontal korteks ile default mode network arasındaki etkileşim azalırken, beynin daha geniş alanları arasında özgür ve beklenmedik bağlantılar kuruluyor. (6*)
Yani sessizlik, kelimenin tam anlamıyla “yaratıcı bir boşluk” yaratıyor, fikirlerin rastlantısal biçimde çarpışabildiği bir alan.
Aynı şekilde Andrew Newberg, meditasyon ve derin sessizlik üzerine yaptığı araştırmalarda, sessizlik hâlinin yalnızca bireysel iç huzuru değil, empati kapasitesini de artırdığını gösteriyor. (7*)
Newberg’e göre sessizlik, beynin posterior parietal korteks bölgesinde, “ben” ile “diğerleri” arasındaki sınır hissini azaltıyor.
Bu da hem duygusal olarak başkalarına daha açık bir farkındalık, hem de yaratıcılıkla empati arasındaki biyolojik köprü anlamına geliyor.
Kısacası, sessizlik sadece içsel dinginlik değil; bilişsel netlik ve duygusal derinlik için de bir zemin.
Zihnin Gürültü Engelleme Özelliği
Bir “noise-canceling kulaklık” düşünelim.
Gürültüyü bastırmaz, onu faz iptaliyle nötralize eder; yani dış sesin karşı frekansını üretir ve sessizlik yaratır. Daha teknik olmayan ifadeyle bir sesi +1 birimlik ses diye düşünecek olursak, -1 bir birimlik bir ses üreterek sesin sıfırlanmasını sağlar.
Zihin de benzer bir mekanizmayla çalışır.
Fazla uyaran, sürekli uyarılmış bir dikkat sistemi, duyguların ve düşüncelerin birbirine karıştığı bir içsel kakofoni yaratır.
Ama zihin sessizleştiğinde, algı netleşir. (8*)
Prefrontal korteksin aşırı etkinliği azaldığında, duyusal ve duygusal veriler daha doğru biçimde bütünleşir.
Bu, yalnızca sinirbilimsel bir denge değil, aynı zamanda bir varoluşsal berraklık hâlidir.
Çünkü sessizleşen zihin, sadece daha net düşünmez; dünyayı daha “doğrudan” duymaya başlar.
Tıpkı bir şarkının içindeki bütün enstrümanları, ancak arka plan gürültüsü sustuğunda duyabilmemiz gibi.
Sessizlik, bir eksilme değil; algının saflaşmasıdır.
Gerçek Problem
Sessizlik Korkusu
Okuduğum bir kitaptan edindiğim ve hoşuma giden bir aforizma var:
Hayat ölene kadar sürecek bir oyun ve biz sürekli oynamak zorundayız, çünkü oynamazsak sıkılırız.
Bu yüzden, sessizlikten korkarız.
Ama korkumuzun kaynağı, boşluğun ya da sükûnetin kendisi değil; sessizliğin bize ne göstereceği ile alakalıdır.
Zihnimiz sessiz kaldığında, yıllardır üzerine inşa ettiğimiz kimlik duvarlarında çatlaklar oluşur. Düşünceler, anılar, etiketler, sosyal roller… Hepsi bir süreliğine anlamını yitirir.
Ve o an, kaçtığımız asıl soru belirir:
“Ben kimim?”
İşte bu yüzden çoğu insan, sessizlikle yalnız kalmamak için her şeyi yapar.
Televizyonu açar, bildirimleri kontrol eder, müzik dinler, sohbet arar.
Modern dünya da bu korkuya mükemmel bir panzehir üretmiştir: Sürekli, bitmek bilmeyen bir gürültü.
Her bildirim bir yankıdır, her ekran bir kaçıştır.
Çünkü sessizlik, varoluşu çıplak bırakır.
Orada süs yoktur, dikkat dağıtacak bir şey yoktur, sadece biz ve zihnimizin yankısı vardır.
Ve bu çıplaklık, birçok insan için dayanılması en zor şeydir.
Psikoloji bu durumu “sensory underload anxiety” olarak açıklar. (9*)
Yani duyusal girdilerin azalmasıyla birlikte ortaya çıkan içsel huzursuzluk.
Beyin, yıllarca dış uyaranlara bağımlı hâle geldiği için, sessizlik anlarında bu uyaran yoksunluğunu bir tehdit olarak algılar.
Bu yüzden, bir anda “iç ses” daha da yükselir… Geçmişten pişmanlıklar, gelecekten kaygılar, eski utançlar, küçük sesli eleştiriler…
Aslında o an susturduğumuz dünya değil, kendimizle yüzleşmeye başlayan benliğimizdir.
Felsefi açıdan bakıldığında bu,
Heidegger’in “kaygı” (Angst) kavramına çok benzer.
Kaygı, varoluşun yüzeyindeki tüm anlam katmanlarını soyup, bizi “hiçliğin ortasında” kendimizle baş başa bırakır.
Ama tam da bu yüzden, sessizlik korkusu aslında bir uyanış eşiğidir.
Zihin sustuğunda kimlik dağılır, ama bu çöküş bir kayıp değil, bir fırsattır.
Düşüncelerden arınmış bilinç, kendini ilk kez doğrudan deneyimlemeye başlar.
Dolayısıyla, sessizlikle kalabilmek pasif bir beceri değil, psikolojik dayanıklılığın en ileri formudur.
Çünkü sessizliğe tahammül eden kişi, kendi iç gürültüsüne de tahammül edebilir.
Kendini susturabilen zihin, artık dış dünyanın gürültüsüne de mecbur değildir.
Gerçek cesaret, yüksek sesle konuşmakta değil, kendi sessizliğini dinleyebilmekte gizlidir.
Çözüm Önerileri
Zihinsel Gürültüyü Azaltmak
Zihni susturmak, çoğu kişinin sandığı gibi “hiç düşünmemek” değildir.
Aksine, düşüncelerin akışını izleyebilme kapasitesidir.
Sessizlik, zihni boşaltmak değil, onun nasıl dolduğunu fark etmektir.
Düşünceler birbiri ardına gelir. Planlar, anılar, pişmanlıklar, hayaller…
Ama onları durdurmaya çalıştıkça, daha da güçlenirler.
Çünkü bastırılan her şey, geri dönmek için fırsat kollar.
Bu yüzden çözüm bastırmak değil, tanıklık etmektir.
Zihnin içinde bir koltuk düşünelim:
Orada oturup düşüncelerin geçişini izlediğimizde, bir noktadan sonra fark ederiz ki biz o düşünceler değiliz; biz, onların gelip geçtiği farkındalığız.
Bunu yaşamak için çok uzun pratiklere, inzivaya, manastırlara gerek yok.
Gün içinde sadece 3 dakikalık bilinçli sessizlik alanı açmak bile yeterlidir.
Ne müzik, ne telefon, ne konuşma.
Sadece fark etmek.
Düşünceleri durdurmaya çalışmadan, geldiklerinde “tamam, geçiyorsun” diyerek onlara izin vermek.
İlk başta rahatsız edici olabilir.
Çünkü zihin sessizliğe alışkın değildir.
Ama tıpkı kasların çalıştıkça güçlenmesi gibi, zihin de sessizliğe temas ettikçe derinleşir.
Bir süre sonra o üç dakikalık boşluk, bir sığınak hâline gelir. O anda düşünceler çözülmeye başlar; zihin, kendi gürültüsünün yankısını dinlerken yavaş yavaş sakinleşir.
Bu sessizlik pasif bir boşluk değil, aktif bir dönüşüm alanıdır.
Sessizlikle kalmak, kaçmak değildir; tam tersine, yüzleşmenin en cesur biçimidir.
Çünkü o sessizlikte artık kimseyle değil, yalnızca kendimizle karşılaşırız.
Ve fark ederiz ki düşünceler gelir, gider, ama biz hep oradayız.
Farkındalık, bütün seslerin arkasındaki sessiz tanık olarak kalır.
Sonuç ve Okuyucuya Mesaj
Sessizlik, ulaşılması gereken bir hedef değil; içsel bir eşiğin kapısıdır.
Orada sessizliğin deneyimlenmesinden ziyade, düşünceyle farkındalık arasındaki ince çizgi vardır.
Zihin sustuğunda, bilgi değil bilgelik kalır.
Çünkü artık “bilmek” kavramı, dışarıdan öğrenilen bir veri değil; içeriden doğan bir sezgi hâline gelir.
O anlarda doğru cevaplar aranmaz çünkü soruların kendisi sessizliğin içinde çözülür.
Bu sessizlikte artık bir şey yapmaya gerek yoktur; çaba da bırakılır, direnç de.
Sadece saf farkındalık kalır.
Ne geçmişin yankısı, ne geleceğin telaşı…Sadece şu anın derinliği…
Belki de gerçek özgürlük, hiçbir düşüncenin bizi sürüklemediği o kısacık anda başlar.
Çünkü o anda zihin değil, bilinç yönetimdedir.
Ve orada, artık sessizlik korkulacak bir şey değil; aksine varoluşun en yalın hâlidir.
Bu yazı boyunca sessizliği bir eksiklik değil, içsel bir alan olarak ele aldık. Şimdi bir sonraki adımda bu sessizliğin eşiğinden geçip, bilincin ve özgürlüğün kesiştiği o derin soruya yöneleceğiz:
“Gerçek seçim, zihin sustuğunda mı başlar?”
Bir sonraki yazıda, bu sorunun peşine düşeceğiz. Benliğimizin derinlerine inerek kim olduğumuzu çözerken, kim olmadığımızı da hatırlamaya çalışacağız.
Zihnin sustuğu, ama bilincin konuştuğu yere doğru bir yolculuk yapacağız.
O zamana kadar…
Birkaç dakikalığına da olsa, sessizliği dinleyin.
Belki orada duyacağınız ses, en sonunda kendinizinki olur.
Ve her zamanki gibi, sevgiyle kalın!
Kaynakça
- Raichle, M. E. et al. (2001). A default mode of brain function. Proceedings of the National Academy of Sciences, 98(2), 676–682.
- Brewer, J. A., Worhunsky, P. D., et al. (2011). Meditation experience is associated with differences in default mode network activity and connectivity. PNAS, 108(50), 20254–20259.
- Lazar, S. W. et al. (2005). Meditation experience is associated with increased cortical thickness. NeuroReport, 16(17), 1893–1897.
- Cahn, B. R., & Polich, J. (2006). Meditation states and traits: EEG, ERP, and neuroimaging studies. Psychological Bulletin, 132(2), 180–211.
- Eagleman, D. (2011). Incognito: The Secret Lives of the Brain. Vintage Books.
- Beaty, R. E., Benedek, M., Silvia, P. J., & Schacter, D. L. (2016). Creative cognition and brain network dynamics. Trends in Cognitive Sciences, 20(2), 87–95.
- Newberg, A., & Waldman, M. R. (2010). How God Changes Your Brain. Ballantine Books.
- Goldin, P. R., & Gross, J. J. (2010). Effects of mindfulness-based stress reduction (MBSR) on emotion regulation in social anxiety disorder. Emotion, 10(1), 83–91.
- Zuckerman, M. (2008). Sensation Seeking and Risky Behavior. American Psychological Association.