Yine bir senaryo ile girizgâh eyleyelim.
Akşam olmuş, iş bitmiş, her şey yolunda. Uzanmışız koltuğa, boş boş duvara bakıyoruz. Herhangi bir sıkıntılı durum yaşanmamış; hava güzel, işimizde her şey tıkırında, ilişkimiz şahane, sporumuzu yapmışız, stres yapacak ya da olumsuz diyebileceğimiz hiçbir şey yok.
İyi de, göğsümüzde bir ayı oturuyor gibi. Sanki bir boşluk, bir anlamsızlık bulutu etrafımızı sarmış da kaybolmuşuz gibi bir his yakalamış bizi. Ve tuhaf olan şu: bu his bile anlamsız. Şimdi durduk yere bu neden var yani? Ne oldu ki?
“Varoluşsal kriz” diye bir şey duymuştuk bir yerlerde ama pek de derinine inmemiştik. Biraz dalsak, araştırsak… Belki bu anlamsızlık bulutunu dağıtacak bazı ipuçları yakalayabilir miyiz?
Bu yazıda, “varoluşsal kriz” dediğimiz o sarsıcı ve bitmek bilmez sorgulamanın derinlerine inecek, içinde biraz ilerleyecek ve bu karanlığın içinden anlam evrenine kapı açan bir ışık hüzmesi arayacağız.
Bulabilirsek, bu ışığı takip ederek kendimize ait bir yaşam kurmanın yollarını birlikte keşfetmeye çalışacağız.
Kemerlerinizi bağlayın.
Konunun Felsefi ve Bilimsel Arka Planı
Felsefi Perspektif
Ne? Anlamı biz yaratmazsak anlam yok mu?
Varoluşsal kriz dediğimiz şey, öyle son yılların yeni modası falan değil. Ta 19. yüzyıldan bu yana bazı filozoflar bu meseleyi dert edinmiş, üzerine derin derin düşünmüş. Şimdi gelin, onların ne dediğine birlikte bakalım.
İlk durağımız: Søren Kierkegaard.
Danimarkalı filozof Kierkegaard, “insan nedir?” sorusunu, bir çocuğun “neden yaşıyoruz ki?” sorusu kadar samimi ve can yakıcı bir şekilde sormuştu.
Ona göre insan, kendisi olma sorumluluğuyla doğar. Ama bu öyle kolay bir şey değildir. Korku, kaygı, belirsizlik… Bunlar hep “gerçekten ben kimim?” diye sormaya başladığımızda ortaya çıkan olgulardır.
Kierkegaard, Tanrı’ya inanan biri olarak bu kaygının ancak imanla aşılabileceğini düşünüyordu.
Ama o da biliyordu ki; bu iş kolay değil. Çünkü insan özgürdür. Ve bu özgürlük beraberinde yalnızlığı, kabul görmeme ihtimalini ve yaptığımız her seçimin karşılığında ödeyeceğimiz bedelleri de getirir.
Sonra sahneye Friedrich Nietzsche çıktı ve ortalığı iyice karıştırdı.
“Tanrı öldü” dediğinde aslında tanrı’nın can vermesinden değil, insanların hayatlarına yön veren değer sistemlerinin çöktüğünden söz ediyordu.
Kulağa kışkırtıcı geliyor ama derdi sadece provokasyon değildi. Sormak istediği asıl şey şuydu:
“Eğer seni yönlendirecek bir dış otorite yoksa, neye göre yaşayacaksın?”
Cevap hem basitti, hem de zordu: Kendi değerlerini kendin yaratacaksın. Başkası değil, sen.
Bu noktada Viktor Frankl’a uğramadan geçmeyelim.
Frankl, hayatın anlamı üzerine sadece düşünmekle kalmamış, bunu bizzat toplama kamplarında, insanlık dışı koşullar altında deneyimlemiş bir insandı.
Ona göre insanı ayakta tutan şey, sahip olduğu anlamdı. Bedensel olarak her şeyini kaybetmiş bile olsa, “neden yaşadığını bilen” biriyse, hayatta kalabilirdi.
Bu yüzden Frankl, anlam arayışını insan ruhunun en temel ihtiyacı olarak görüyordu.
Psikolojide de logoterapi adında benzer bir yaklaşım mevcut:
Depresyon, kaygı, boşluk hissi gibi problemleri aşmak için kişiye yeniden bir yaşam amacı buldurmak hedefleniyor.
Frankl’ın şu meşhur sözü bunu çok iyi özetliyor:
“Hayatın anlamı sorulmaz, hayat bize sorular sorar.”
Bu düşünceler, Albert Camus’nün bakışıyla da iyice alevlendi.
Camus’nün yaklaşımı daha sade, ama belki de en çarpıcısıydı. Ona göre hayat absürttü:
İnsan anlam arar, ama evren bu anlamı sunmaz diye düşünüyordu.
Bu boşluğa rağmen insan ne yapmalı sorusunaysa Camus bize bir efsane ile yanıt veriyor: Sisifos söylencesi.
Taşı tepeye çıkarırsın, taş geri yuvarlanır. Yine çıkarırsın. Bu döngü böyle devam eder. Camus’ya göre bu döngü, evet, anlamsız gibi görünür. Ama eğer o taşı biz bilinçli olarak, kendi seçimimizle çıkarıyorsak, işte orada bir anlam doğar. Yani anlam’ın kendisi taşın tepeye çıkarılması değil, her seferinde, sonuç olumsuz dahi olsa, vazgeçmeksizin tutunduğumuz anlamdan vazgeçmemek.
Camus’nün mesajı net:
Absürdü kabul edin, ama asla pes etmeyin.
Sonuç olarak bu düşünürlerin ortak noktası şu:
Dışarıdan gelen hazır bir anlamı bekleyemeyiz. Hayata maruz kalmıyoruz, hayatı yaşıyoruz. Hayat, biz ona hangi anlamı yüklüyorsak o.
Varoluş, paketlenmiş şekilde bize sunulan bir şey değil; her gün, her seçimimizle ilmek ilmek ördüğümüz bir şeydir.
Bilimsel Perspektif
Beyin, Anlam ve Boşluk Hissi
Filozoflar varoluşu anlamlandırmaya çalışırken, bilim insanları da bu sorgulamaların biyolojik, psikolojik ve nörolojik temellerine inmeye çalışmış.
Yani sadece “neden yaşıyoruz?” değil, “beynimiz bu soruyu neden soruyor?” kısmını da araştırmışlar.
İnsan beyni, tam olarak anlam aramaya programlı bir yapıdadır.
Rastgeleliğe, belirsizliğe tahammülü düşüktür. Hatta bulutlara bakarken şekiller görmemiz, beklentimiz dışında bir şey olduğunda üzülmemiz, bazen sinirlenmemiz de bu yüzdendir.
Beyin, durmaksızın çevresindeki olayları tutarlı bir hikâyeye dönüştürmeye çalışır.
Bu durum, hem güvenlik ihtiyacımızla hem de benlik duygumuzla ilgilidir.
Ama işte tam da bu noktada, her belirsizlik durumunda, bize bilinçli ya da bilinçaltında anlamsız gelen her olayda, yine her şey yolunda olsa da o boşluk hissi, nam-ı diğer varoluşsal kriz devreye girer.
Çünkü sadece yaşamak yetmez, anlamlı yaşamak isteriz. Nereden geldik sorusu kadar nereye gidiyoruz sorusunu da içten içe kendimize sorarız. Şimdiye kadarki yaşamımız iyi miydi diye bakarız, sonrası nasıl olsun istiyorsak ona göre planlar yaparız.
Nörobilim araştırmaları, beynin özellikle prefrontal korteks bölgesinin karar verme, değer biçme ve geleceğe dair plan yapma gibi işlevlerden sorumlu olduğunu gösteriyor. Ve tesadüfe bakın ki bu bölge aynı zamanda varoluşsal sorgulamalarda da aktifleşen yerlerden birisi.
Yani “ben kimim, neden buradayım?” gibi sorular, sadece felsefi değil; biyolojik olarak da “gerçek” sorular.
Psikoloji alanında da bu konular ciddi şekilde ele alınıyor.
Varoluşçu psikoloji, kişinin yaşadığı anlamsızlık hissinin, depresyon ve anksiyete gibi durumların merkezinde yer alabildiğini söylüyor. Özellikle Viktor Frankl’ın kurduğu logoterapi, bu boşluk hissini anlam bularak aşmayı hedefliyor
Modern psikoloji ise bu boşluğu sadece bir patoloji olarak görmüyor. Bazen bu krizlerin, insanın kendi yaşamını yeniden tasarlaması için bir fırsat olabileceğini de değerlendiriliyor.
Bu sürece post-traumatic growth yani “travma sonrası büyüme” adı veriliyor. Yani bir kriz anı, doğru ele alındığında, kişinin daha güçlü, daha bilinçli ve daha derin bir yaşam görüşü kazanmasına, bir anlam bulmasına yol açabiliyor.
Ayrıca nöroplastisite denilen de bir gerçek var, kaç yazıdır konuşuyoruz:
Beyin, düşünme biçimimize göre yeniden şekillenebiliyor. Anlamlı deneyimler, yeni sinaptik yollar oluşturuyor. Ve bu yeni yollar, zamanla yeni bir iç dünya, yeni bir “ben” inşa ediyor.
Gerçek Problem ve Çözüm Önerileri
Problem:
Probleme girmeden önce kendimize karşı dürüst olmakta ve çok aşırı yüklenmemekte fayda var.
Bildiğimiz şu ki, aslında sadece bireysel bir “boşluk” yaşamıyoruz. Zaten İçinde bulunduğumuz sistem de sanki bu boşluğu üretmek için adeta programlanmış gibi.
Toplum ve sistem bize sürekli şunu fısıldıyor:
Hızlı ol, daha başarılı ol, hep mutlu ol.
Ne yapıyoruz? “Pozitif kalıyoruz 🫠.” Sürekli bir iyilik hali, sürekli bir yüksek mod beklentisi…
Mutluluğun bile ölçülebilir olması, başarıyla gösterilmesi bekleniyor artık. Yetmiyor gibi, sosyal medya da bu illüzyonu parlatıp parlatıp önümüze koyuyor: Herkes çok mutlu, herkes aşırı üretken, herkes üstün başarılı…
E peki biz niye değiliz?
İşte tam bu noktada, bu sürekli “olmak zorunda” halinin kendisi, varoluşsal krizi körüklüyor. Çünkü insan, sadece başarılı bir kariyer, çok takipçi, beğenilen postlar, herkesin kendine başarılı demesini değil; kendine ve yine kendi elleriyle yarattığı anlamlı gelecek bir yaşam istiyor.
Bazen yaşadığımız bazı olaylar da bu boşluğu tetikleyip büyütebiliyor:
- Sevdiğimiz birini kaybetmek
- Bir ilişkinin bitmesi
- Taşınmak, kültürel değişimler yaşamak
- İşsiz kalmak ya da başarıdan / başarısızlıktan sonra gelen anlamsızlık hissi
- Ya da sadece “büyümek”, “kim olduğunu” bir türlü kestirememek…
Yani bu kriz, tek bir anda değil; biriken, çoğalan ve sonunda kabına sığmayan bir duygu olarak çıkıyor karşımıza.
Çözüm önerileri:
Peki şimdi ne yapacağız?
Kaçalım mı? Üstünü mü örtelim? Yok mu saysak?
Hayır!
Bu yazıda başka bir şey deneyeceğiz.
Aşağıda sizinle birlikte bu duvarın arkasına adım adım ilerleyerek bir pencere açmaya çalışacağız.
1 - Farkındalık: Krizi Tanımayı ve Kabullenmeyi Deneyelim
İlk adım, bu boşluk hissini “bozukluk” gibi değil, bir işaret gibi görmek.
“Ben neden böyle hissediyorum?” sorusuna dürüstçe eğilmek.
Bunu bastırmak yerine yüzleşmek ve problemin ne olduğunu tam olarak anlamaya çalışmak. Bu noktada yargılamak yok, tam olarak ne oldu onu bi kendimize tekrar edelim, kızmadan, gülmeden, ağlamadan, sadece olan şeyin ne olduğunu fark edelim.
Hiç bir şey bulamıyorsak bu varoluşsal kriz anında olduğumuzu farketsek o bile kâfi.
2 - Sorgulama: Kendi Değerlerimizi Keşfedelim
Toplumun bize biçtiği kimlikleri bir kenara bırakıyoruz.
Biz neye inanıyoruz?
Bizi ne gerçekten heyecanlandırıyor, ne rahatsız ediyor?
Bu sorulara hızlıca net cevaplar bulmak zorunda da değiliz, cevabın peşinden gitmek asıl mesele.
3 - Küçük Hedeflerle Anlam İnşa Ediyoruz
Çok sevdiğim bir cümle var:
Dünyada görmeyi istediğin değişimin kendisi ol.
Bir sıkıntımız olsa mesela ne isteriz?
“Yanımızda biri olsa… Bizi dinlese, bir sarılsa…” diye düşünüyorsak mesela, dikkatimizi bir arkadaşımızın çektiği bir sıkıntıya çevirsek, bir sarılsak, içini rahatlatmaya çalışsak, bu bile bize bir anlam verir.
Bir çiçeği sulamak, bir güzelliğe vesile olmak…
Dışardan desteğe de ihtiyaç yok, adım adım kendi anlam evrenimizi yaratmaya başlayabiliriz.
4 - Kendimizi İfade Etmenin Yollarını Arayabiliriz
İçimizdekileri dışarı döksek. Yazılar yazsak. Yeteneğimiz yettiği ölçüde resim yapsak, bir müzik aleti çalsak, şarkı söylesek, hiç bir şey yapamıyorsak telefonumuzda bir ses kaydı açıp içimizi bir döksek...
Olmadı birileri ile konuşsak…
Maksat içimizde kalmasın.
Çünkü ifade edilmemiş düşünce zamanla boğazımızda düğümleniyor, göğsümüzde sıkışıyor.
Kendimize kendimizi anlatacak bir yol bulsak fena olmaz.
5 - Anda Kalmayı Öğrenmeyi Deneyebiliriz
Geçmişteki yaşanmışlıkların pişmanlıkları ya da geleceğin belirsizliği bazen varoluşsal krizin tetikleyicisi olabiliyor.
Ama “şimdi”ye döndüğümüzde, o boşluk ister istemez biraz küçülüyor.
Farkındalık pratikleri, meditasyon ya da sadece kısa bir yürüyüş bile bazen bu histen kurtulmaya yardımcı olabilir.
6 - Gerektiğinde Profesyonel Destek Alabiliriz
Bazen tüm bu adımlar yetersiz kalabilir. Bu bizim “zayıf” olduğumuzu değil, insan olduğumuzu gösterir.
İyi bir psikolog, terapist ya da varoluşçu danışman, bu süreci bizimle birlikte yürüyebilir.
Tek başına olmak zorunda değiliz.
Şimdi biraz da kendi adıma konuşayım:
Ben bu krizle ilk karşılaştığımda önce onu bir anlamaya çalıştım. Bastırmadım.
Sonra dedim ben bu hisleri yazsam mı, açtım bir sayfa, yazmaya başladım. Ne düşündüğümü, ne hissettiğimi, içimde ne varsa hepsini döktüm.
Bu his her geldiğinde yine aynı şeyi yaptım, arada açtım tekrar tekrar okudum.
Okurken bazen baktım ki kendimle çeliştiğim noktalar oluyor. Her ne kadar bu bana sıkıntı verdiyse, o kadar deva oldu.
Her çelişki yeni bir kapı daha açtı önüme.
Başlarda biraz zorlandım, bir dönem kendime “bu ne biçim hayattır, düzel düzel bitmiyor!” gibi bir sitem ettiğim bile oldu.
Ama sonunda fark ettim ki bu yolculukta “anlam” dediğimiz şey, öyle bir iki düzelttiğimiz davranışla hemen oluşabilecek bir şey değil…
Anlam, buldukça kaybolabilen ama her seferinde yeniden arandığında biraz daha derinleşen bir şeymiş, bunu gördüm ve kabul ettim.
Onu bulabilmek için onunla ve kendimizle barışabilmek ve bunu ilelebet sürdürebilmek aslında anlamı oluşturan şey.
Kısaca, anlam zaten biziz. Krizlik bir durum yok.
Sonuç ve Okuyucuya Mesaj
Anlatmaya çalıştığım şeyin özü şu. Örnek üzerinden gidecek olursak, diyelim ki talihsiz bir olay yaşadık ve bir yerimiz kırıldı.
Bu noktadan sonra iyileşmemiz, her ne kadar iyileşmek için doğru hamleleri yapmış olmamıza bağlı ise, bir o kadar yapacağımız her sorumsuz, dikkatsiz davranış sağlık durumumuzun daha kötüye gitmesine sebep olacaktır.
Aslında benzer bir durum varoluşsal kriz yaşanan anlarda da gizli. Bu anlam yitimi zamanlarında kendimize of her şey çok anlamsız demek onu kötüye götürür. Ama odağımızı bizim için anlamlı olan şeylere yönlendirmek bizi bu hissiyattan kurtarabilir diye düşünüyorum.
Velhasılı kelam;
Varoluşsal kriz, farkında olmadığımız durumda bizi ezmek için oradaymış gibi görünse de, farkında olduğumuzda ve onu bir iyileşme sürecine dahil etmemiz durumunda, daha otantik ve kendimize ait bir yaşam kurmak için bir fırsata da dönüşebilir.
O zaman bu soru da size ve bana gelsin:
Kendi hayat hikâyemizin yazarı mıyız / olacağız, yoksa başkalarının bizim için yazdığı hikâyelerde kıyıda köşede figüranlık mı yapıyoruz / yapacağız?
Bir sonraki yazımda, belirsizlikle barışmanın yollarını ve kontrol edemediğimiz şeyler karşısında içsel gücümüzü nasıl koruyabileceğimizi konuşacağız.
O zamana kadar, sevgiyle kalın.